Üniversite öğrenimi için geldiğimiz İstanbul’da, Sultan II. Beyazıt’ın adını taşıyan ünlü meydandaki görkemli kapısından içeri girdiğimiz “İstanbul Üniversitesi Merkez Bina”, Hukuk ve İktisat Fakültesi dekanlıkları ile idarî birimleri barındıran ve uzun bir tarihsel geçmişe sahip olan bir yapıydı. Büyük ve geniş bir iç avlunun ortasından geçen çiçek ve ağaçlarla çevrili yolda karşımıza çıkan ve hemen her öğrencinin önünde bir fotoğrafı olan Gençlik Anıtı’nın 1950’li yıllarda yapılmış olduğunu daha sonra öğrenecektik.
Tıpkı, görkemli giriş kapısının üzerinde Kur’an-ı Kerim’in Fetih sûresinden âyetler bulunan binanın, Sultan Abdulaziz döneminde Harbiye Nezareti olarak kullanılıyorken 1930’lu yıllarda “İstanbul Üniversitesi” ‘ne dönüştürüldüğünü sonradan öğrenmiş olduğumuz gibi..
Tıpkı, çokça gezindiğimiz arka avluda bulunan ve Tıp Fakültesi öğrencisi arkadaşlarımızın bizi ısrarla efsane hocaları Prof. Sami Zan’ın neşeli derslerine davet ettiği Anatomi bölümünün; Mütâreke döneminin ünlü hapishanesi olan ve işgale karşı çıktığı için tutuklananlarla özel harp divanında mahkûm edilenlerin yatırıldığı Bekirağa Bölüğü olduğunu sonradan öğrenmiş olduğumuz gibi..
Tıpkı, işgalcilere karşı çıkan yurtseverlerin şafak sökmeden Bekirağa Bölüğü’nden alınıp bir bölümünün Malta’ya sürüldüğünü, bir bölümünün de bizim her gün kızlı erkekli yürüyüş yaptığımız çiçeklerle çevrili yoldan süngülü jandarmalar eşliğinde getirildikleri Beyazıt Meydanı’nda asıldıklarını sonradan öğrenmiş olduğumuz gibi..
1970 yılı Eylül ayı ortalarında bütün bunları bilmeden girdiğimiz İstanbul Üniversitesi’nin görkemli kapısında, o yaz 16 Haziran olayları nedeniyle ilân edilmiş olan Sıkıyönetim nedeniyle jandarmalar bizi karşıladı. Ekonomik ve sosyal olarak zor bir yıl yaşanıyordu.
Yaz tatilinde yapılan Devalüasyon birçok aile gibi bizi de zorluyor, tam eğitim yılına girerken İstanbul’da başlayan “Kolera salgını”, “İstanbul Üniversitesinde sağcı ve solcu öğrenciler yine çatıştı”, “Üniversite süresiz kapatıldı” ve benzeri haberler, aileleri her akşam radyodaki ajans haberleri başına topluyordu.
Hukuk Fakültesi, bizi efsanevî Büyük Amfisinde karşıladı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen öğrencilerin yanında 30-35 yaşlarındaki çok sayıda öğrenciyle de sınıf arkadaşlığı yapıyor olmak bize ilginç gelmişti. Bir de hemen her hafta başında, yaşları bizden epey büyük, parkalı ve kalın bıyıklı öğrenciler tarafından basılan amfide derslerin tatil edilerek öğrencilerin forumlarda toplanması.
“Yahya Han Formülüne Hayır” afişleri arasında siyasi tartışmalar yapan genç insanlar; 11 gencin öldürülmüş olduğu o yıl, çatışmalar, bombalar, süresiz boykotlar, Filistin meselesi, uçak kaçırmalar, Kültür Sarayı yangını haberleri arasında Şili’de seçimleri kazanan Allende’nin yarattığı heyecanı paylaşıyorlar, aralarında örgütlenme ve eylem konularında ateşli tartışmalar yapıyorlardı.
Yıl sonuna doğru Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu’nun “silah bırak” çağrısına en sert tepkiyi buna karşı çıkan Dev-Genç göstermiş, bundan birkaç ay sonra gerçekleşen 12 Mart Muhtırası ise “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı” ve “gerekirse hürriyetlerin üzeri şalla örtülebilir” düşünceleriyle 1961 Anayasası’nın hak ve özgürlükler aleyhinde değiştirilmesini sağlamıştı.
O sıralar daha çok Ankara’da adı duyulan ve basında “Solda ve Sağda Vuruşanlar” diye nitelenen 68 kuşağının sembol ismi Deniz Gezmiş, sömürüsüz ve âdil dünya özlemlerini gerçekleştireceği bir memleket sevdasıyla çıktığı yolun bittiği idam sehpasında arkadaşlarıyla birlikte ve dudaklarında “Tam Bağımsız Türkiye” sözleriyle can vermişti.
O yıl, fakültenin ikinci sınıfında Sahir Erman hocamızdan okumuş olduğumuz Ceza Hukuku teori ve uygulaması ise bize idamla ilgili mahkeme kararındaki suç tavsifinin nasıl sübjektif ve hukukî kriterlerden uzak olduğunu ve adalet kavramının siyasetin gölgesinde kaldığını gösterip içimizi acıtmıştı.
Hukukun, gerçekte âdil ve özgür bir dünya ile bağımsız bir ülke sevdasının en önemli paydaşı olduğu inancını ruhlarımıza kazıyan idamların ertesi yıl dönümünde, Çapa’daki öğrenci evimizin küçücük odasında kalbimin derinliklerinden kalemimin ucuna damlamış olan mısraları onun anısı için paylaşmak istedim.
Acılar Çağlayanı
Gök gürültüleri, yağmur, hesapsız.
Kara bulutlardan şimşekler taşmış,
Sular öfkelenmiş karanlıklarda,
Parkalarımızda ıslak sevdalar.
Genç ruhlarımızı dövmüş dalgalar
Kıvılcımlar çıkmış köpüklerinden
Rüzgâr sırılsıklam saçlarımızda
Bekçi düdükleri boş sokaklarda
Hayat deli dolu akıp giderken
Denizler kabarmış içerimizde
Acılar dökülmüş çağlayanlara
Yüreklerimizde gezmiş kederler
(1973)