Sayın Erdoğan Karakoyunlu’nun 2004 yılında Şanlıurfa Barosunda yaptığı enfes konuşma aşağıda yer alıyor. O zamanların Baro Başkanı Sayın Müslüm Akalın’ın o günkü geniş ufuklu davet konuşmasını da sunuyoruz,
Şanlıurfa Baro Başkanı Av. Müslüm Akalın’ın
Dr. Yılmaz Karakoyunlu’nun
Urfa’daki söyleşisini sunuş konuşması (25/11/2004)
KARAKOYUNLU ve DAYSAN’ın OĞLU
Daisan nehri Urfa şehrini yarıp geçer. Milattan iki yüzyıl kadar sonra, bu nehrin kıyısında doğmuş olan bir çocuğa ailesi ‘Bar Daisan‘adını verdi. Yani Daisan’ın oğlu.
Sonradan Hristiyanlığı kabul eden Bar Daisan (Bardessane, İS.154–222) dönemin ünlü filozoflarından biri oldu. Sadece filozof değil; astrolog, yazar, şair, tartışmacı, etnograf, okçu ve aynı zamanda müzisyendi. ‘Ülkelerin Kanunları Kitabı’ adlı ünlü eserinde dönemin milletlerini sayarken ‘Urfa’lılar’ı ayrı bir millet olarak belirtir.
Yeni yayılmakta olan Hıristiyanlığın kiliselerine müziği getiren adam diye bilinir. Kiliselere giren bu müzik daha sonra Hıristiyanlıkla birlikte Avrupa’ya taşınmış Bach’la birlikte zirveye ulaşarak klasik batı müziğinin temellerini oluşturmuştur.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde adını Urfa’dan alan Rehavî makamından söz ederken ‘vaktiyle havariler İncil’i hazin bir sesle okuduklarından bu makama Rehavî denmiş‘ der. Musiki dünyasında Rehavî makamının insana sonsuzluk fikri verdiğinin söylenmesi, dinî musikiyle bağlantısından kaynaklanmış olmalıdır.
Daisan nehri sonraları Karakoyun adını aldı. Ama yıllarca o da ‘Yorgun Mayıs Kısrakları’ndaki Meandros gibi, uzandığı yatağın hakkını verdi ve içinde uzandığı bereketli topraklardaki zengin kültür birikimini kuşaktan kuşağa devretti.
Yılmaz Karakoyunlu adının belleğimizde yaptığı çağrışım, yalnızca Karakoyun kelimesinin söz dizimiyle ilgili değil. Belki Bardaisan’a kadar uzanan, bu toprakların zengin kültür birikiminin yaptığı bir hatırlatma; yani, kökü mazide olan bir âti. Onun içindir ki Karakoyun bir metafor değil, daha çok bu zengin mirasa bir atıftır. Ve bu nedenle, şüphesizdir ki Yılmaz Karakoyunlu’nun romancı, denemeci, oyun yazarı, şair, rubai yazarı, güfte yazarı, bestekâr, hatip, siyaset adamı, iktisatçı, tarih doktoru kimlikleri; aynı ruhtan süzülmüş fırça darbelerini taşıyan bir tablonun ışıltılı renklerinden, bu zengin kültür birikiminin, bu mazideki cevherin dönüşmüş olduğu estetik biçimlerden, ibarettir.
Bu yüzden Yılmaz Karakoyunlu’nun Thales’e söylettiği ‘her tohum yeşereceği toprağı mutlaka bulur’ sözü yalnızca bir hüküm değil, bir gerçekliktir.
Bir duruşma sonrası Hilvan’dan Urfa’ya dönerken radyoda katıldığı bir sohbete rastlayınca, arabayı kenara çekip program bitene kadar dinlemiştim. Programda o yürek yakan ‘Biz bu ömrün vuslatından sanki hasret bekledik’ şarkısı var mıydı şimdi hatırlamıyorum. Ancak ‘Şarkılar Denizi‘nden avuçlanmış suların ruhumu yıkadığını çok iyi hatırlıyorum.
“O hayâl aynasından” dökülen sırlarla kaplanmış olan sayın Karakoyunlu’nun bir rubaisi ile sözlerimi noktalıyor ve Sayın Karakoyunlu’yu söyleşiye davet ediyorum.
“Her aynada bir sır var içimdeki sır sensin
Yüreğimde yanan kor, saçımdaki kır sensin
Teselliler tükenmiş ümitler bölük pörçük
Bahçemdeki yorgun dal gönlümde kahır sensin“
……
YILMAZ KARAKOYUNLU
(SÖYLEŞİ)
Değerli dinleyenler,
Bundan 6 sene evvel Ankara Baro Başkanı beni telefonla aradı. Ankara Barosunda stajlarını bitiren arkadaşlara ruhsatları verilmeden önce konferans vermek istediklerini ve bu konferanslardan birini de benim vermemi istedi. Konferansta Avukatlık ve Diyalektik yani mantık disiplini içerisinde çelişmelerin uzlaşma noktasında meslek erbabı olarak takip edilecek yöntem nedir? Bunu anlatacaktım.
Konuşmamız normal seyri içinde devam etti, sonra genç bir avukat adayı şimdi 5 yıllık avukatımız bana dedi ki; Sayın Milletvekilim, siyasetçiler hep dizginleri elde tutmak isterler, her meslek böyle duyarlılık içerisinde mutlaka hakların ve yükümlüklerin kendisine ait olması disiplinini, ısrarını sürdürürse nereye varılabilir?
Genç arkadaşımıza dönerek dedim ki:
Ben bu cümleyi bir yerden hatırlıyorum. Bu benim aşağı yukarı 45 sene evvel Mülkiyede ilk hukuk Felsefesi dersini aldığım zaman söylenen bir cümle, demek ki 45 seneden beri avukatlık mesleğini iktisap edenler hala bu disiplin tartışmasını sürdürüyorlar. O zaman ben de size mukabil bir soruda bulunmak istiyorum. Soruyu sordum.
Peki, siz bana söyleyin dedim. Avukatlık cübbesi neden siyahtır. Efendim dediler gelenek…
Her gelenek bir hareketin kendini tekrar etmesi ve her tekrarın da bir evvelkinin doğru olduğunu zihnen pekiştiren, ruhen kabul eden uygulamanın adıdır. Bu gelenek nasıl teşekkül etti?
Bu konuşmayı yaptığımız sırada arkadaşlarımızdan biri cevap verdi, dedi ki; siz bizi mahşerin dört atlısı gibi yoruyorsunuz.
Ben de kendisine döndüm dedim ki çok haklısınız ama biliyor musunuz ki mahşerin dört atlısı diye herkesin bir felaket silsilesi getirdiğini zanneden süvariler, aslında adalet disiplinini temsil eden meleklerdir; avukatlık mesleğinin mitolojideki yeri, sosyolojideki yeri, diyalektikteki yeri, felsefedeki yeri sizin tartışma başlıklarınız, dolayısıyla bunların orada işlenmiş olması gerekir.
Bu minvalde kendileri ile görüşmeye başladık.
O sırada 1. soruyu soran kız arkadaşımız dedi ki efendim ben sorumdan vazgeçtim. Dedim ki rücu her zaman sahibinin hakkı olarak mütalaa edilemez. Bir defa eğer can için ortaya koymuşsan rücua terettüp eden hükmün yerine gelmesi gerekir. Eski usul hukukunun temel disiplinlerinden birisi budur. Dolayısıyla geriye dönüş hakkının bana verilmiş olduğunu kabul ediyorsanız ben sizi sorunuz üzerine tartışmayı yürütmek istiyorum.
Genel kabul tartışmanın yürütülmesi şeklinde oldu.
Dedim ki söyleyin bana adalet tanrısı kimdir? Adalet mesleğinin içerisinde çok seçkin bir görevin sahibisiniz, görev kişiselleştirilmiş ahlak anlayışında adalet disiplini demektir. Ama o bir müessesevi bir kurumsal bir değer taşıdığı zaman anlamı farklı olur, siz bana bunu anlatın.
Böylece genç avukat arkadaşlarla aramızda bir sohbet teşekkül etti ve ben de kendilerine söyledim; bana adalet tanrısını söyleyin. Ebetteki hukuk fakültelerinde okuduğunuz hukuk felsefesi, hukuk disiplini, hukuk ahlakı, hukuk tarihi içerisinde bu tip meseleleri geniş detayda incelemişsinizdir.
Ben 1955 senesinde siyasal bilgiler fakültesinde rahmetli Yavuz Abadan’dan hukuk felsefesi, hukuk tarihi dersi alırken bize bunlar anlatılırdı. Hiç şüphe yok ki o tarihlerde hemen komşumuzdaki hukuk fakültelerinde bu konular çok geniş kapsamlı olarak verilirdi. Ama bir tartışma unsuru olarak ele alınışı, ben o gün farklılaştırmak istedim. Bildiğiniz gibi adalet tanrısı yeryüzünün ilk güçlü mitolojik tanrısı olarak kabul edilen Zeus’un Themis’le evlenmesi ile meydana gelmiştir. Themis Yunan mitolojisinde Zaman Tanrısı ile Toprak Tanrıçasının evliliğinden dünyaya gelen ve bütün dünya nizamının değişmez ilkesi olarak kabul edilen görgünün, kültürün, hükmün ve uygulamanın tanrıçasıdır. Bütün akıl tanrısı (athena),savaş tanrısı, aydınlık tanrısı karanlık tanrıçaları hepsi bu evliliğin ürünü olarak dünyaya gelirler.
Yunan mitolojisinde en temel değer adalettir. Adalet ahlakı, adalet disiplini ve adalet riayetidir. Niye adalet etrafına üç ayrı kavramla açıklama getirdiğini de birazdan huzurunuzda takdim edeceğim. Eğer Themis Evrensel Hukuk düzeninin temsilcisi olarak gördüğümüz tanrıça ise ki değerli arkadaşlarım hepiniz meslek eğitiminiz ve uygulamalarınız sırasında çok yakından takip etme fırsatını bulduğumuz için söylüyorum. Bütün hukuk eğitimleri yurt dışında da hep adalet tanrısının anlatılmasıyla başlar. Ben 1960 yılında devlet tarafından yurt dışına eğitime gönderildiğim zaman bulunduğum üniversitede Hukuk eğitimi almak üzere görevlendirilmiş bir kişinin nezaretinde bazı derslere girdim. Hepsi bu adalet ahlakı, adalet disiplini ve adalet riayeti üzerinde tartışırlardı.
Themis’in Zeus’dan üç tane kızı oldu, bu üç kızdan bir tanesinin adı Eunomia, diğerinin adı Dike, üçüncüsünün adı da Eirene. Eunomia, Dike ve Eirene bütün dünya ülkelerin hukukun kişisel simgeleştirildiği ama o kişisel simgelerden genel hükümlere varıldığı hukuk bağlantılarını temsil ve izah eder Eunomia yargıçlık mesleğinin tanrıçasıdır, Dike savcılık mesleğinin tanrıçasıdır ve e Eirene’de avukatlık mesleğinin tanrıçasıdır. Bu üç Tanrıçanın üçüde anneleri Themis ve babaları Zeus’la birlikte adaletin temsilcisi olurlar. Bunun içerisinde adalet temsilciliği devlet Clanus’ un ilkelerini asla ihlal etmeme disiplini ile oluşur.Bu yüzden “geciken adalet adalet değildir” sözü öyle zannedildiği gibi 20.yy.ın değil 2000 seneden fazla uzun zamandan gelen bir adalet tarifi hükmüdür.
Eunomia, Dike ve Eirene her üçü de adalet mesleğinin içinde yer alan yargıçlık, savcılık ve avukatlık gibi meslekleri temsil etmelerine karşılık bir de önemli farklılığı da arz eder. Bunların içinde ve en zor olan meslek avukatlıktır. Çünkü Yunan Mitolojisinden daha sonra Latin mitolojisine oradan Uzak Doğu mitolojisine, Hint mitolojisine, İran mitolojisine, Çin, Japon mitolojisine intikal eden ve zaman içerisinde kendisini Mao’da, Tai’de, Konfüçyüs’de, Buda’da gösteren adalet disiplinlerin hepsi bu kavramdan hareket ederek ortaya çıkar. O hareket şudur; Yargıçlığı temsil eden Eirene, savcılığı temsil eden Dike düzenin korucularıdır. Ama avukatlık mesleğini temsil eden Eirene doğruluğun savunucusudur. Düzenin savunuculuğu ile doğruluğun savunuculuğu arasındaki büyük fark suç telakkisinin kime göre değiştiğine bağlıdır. Çünkü zaman zaman adalet ahlakının suç tarifi ile Devlet disiplininin suç tarifi uyuşmayabilir. O halde Yargıç Eirene savcı Dike’nin düzenin koruyucu olduğu yerde Devletin suç tarifini hakim kılmak istemesi söz konusudur. Ama Eirene’nin görevi ise doğruluğu hakim kılmak onu savunmaktır. Yani adalet ahlakının tarif ettiği suç esasını belirlemektir. Buna bağlı olarak da hiç şüphemiz yok ki bu meslek vicdan mesleği olarak ortaya çıkar.
Değerli dinleyenler,
Bu açıklamanın ardından, tartışmayı başlatmış olan genç avukat arkadaşımız bana dedi ki; başlangıçta bütün bunların tamamının bir inanç sistematiğinden kaynaklandığını söylemiştiniz, yani mahşerin dört atlısı demiştiniz. Onu nasıl değerlendireceğiz?
Ben de kendisine dedim ki: Mahşerin dört atlısı, hepinizin çok iyi bildiği gibi Tevrat’ın son kitabı vahiylerin altıncı bölümünün, yani o bizde sureye tekabül etmez, sure ile ayet arasında ayrı konudur. Oradaki altıncı babda anlatılan ve tanrının kendi varlığını insanla bütünleştiren meleklerden hareketle yapılmış olan tarifi getirir. O tariften bir iki küçük örneği de sizin için yazdım.
Bildiğiniz gibi değerli dinleyenler, mahşerin dört atlısı dört renktir. Dördü de dört rengin ….…süvari kıyafetleri ile ortaya gelirler.Mahşerin dört atlısı diye herhangi bir tarif yoktur.Ama bundan 150-200 sene evvel çok ünlü ressamı Albrecht Durer’in yapıtlarından bir tanesinde bu dört atlıyı, süvari kıyafetlerindeki dört meleği temsil eden o şahane tablosuna “Mahşerin Dört Atlısı” ismini verdiği için genelde böyle konuşulur, bilinir. Birinci at bildiğiniz gibi kır at’tır,bu beyazdır ama yeleleri ve ayakları koyu renktedir. Burada tanrısal düzenin simgesi vardır.Mitolojik olarak baktığınız zaman Tanrısal kudreti ortaya kor, ama sosyolojik olarak bakarsanız adaleti, teolojik olarak da bakarsanız ilahi yasaları ifade eder. Bu yüzden Cebrail’le tebessüm eder, Cebrail’le simgelenir. İkincisi kırmızı at’tır, yeleleri kıpkırmızı, ayakları sadece siyahtır, alnının ortasında beyaz ay çizgisi vardır. Onun üzerindeki süvari Mikail’dir. O bildiğiniz gibi törelerin, toplumsal terakkinin ve ekonomik anlamda da servetin temsilcisidir. Avukatlık mesleğinin de ilk temsilcisidir. Üçüncüsü ise İsrafil ve nihayet cezayı temsil etmek üzere de Azrail’dir. Diğer dinlerin melekler tasnifi içinde yakından bildiğiniz gibi değerli dinleyenler ilk üç melek vardır: Cebrail, İsrafil ve Mikail. Azrail yoktur, o kendiliğinden tanrının hükmü olarak ortaya çıkacaktır.
Hukuk ilmi içerisinde baktığınız zaman bu mesele bu derinliği nereden kazanır? Yine Tevrat’a göre avukatlık mesleğinin ilk örneği dört büyük melekten Mikail’dir. Babil’de esir alınmış olan Yahudilerin savunmasız olarak öldürülmesi karşısında Tanrı, eğer gücü yetmiyorsa bilgisi ve tecrübesi kifayetsizse ya da hiç yoksa bilmediği bir noktada haklılığının zayi olmasını önlemek amacıyla Mikail’i görevlendirir. Mikail beyaz kanatlı bir at’a binerek hemen Babil’e gider, Yahudilerin savunmasını üstlenir. O an olan celsede beyaz bir cübbenin içerisindedir ve o beyaz cübbe ile yargıçlar karşısında görevlendirildiği savunmayı yapar, başarılı savunmasını yapar ve onları kurtarır. Yine hepinizin bildiği gibi Tevrat’ta bu davanın detayları 13. bölümde Babil Mahkemeleri başlığı altında anlatılır ve ortaya konur.
Bunu anlatışımın sebebi şudur; bu felsefi değerden hareket etmek suretiyle bütün dünya hukuklarında avukatlık mesleği biraz önce sözünü ettiğim adalet dağıtan ve adaletin dağıtımını talep etmek üzere kanunun sorumluluğunu yüklenen savcılık mekanizmalarını bir arada devlet düzenine hakim olmak arzularına karşı, vicdanın ve aklın isabeti dediğimiz adalet ahlakını temsil etmesidir. Yani doğruluğun savunucusu olmasıdır. Mikail bu davayı kazanıp döndükten sonra avukatlık mesleği insanlık hayatında karşılaşılmış sorunlara çare üreten kurumsal değeri maalesef kazanamadı. Özellikle Hz. Davut’un Berçeba’ya olan aşkında ileriye sunduğu gerekçeler ve heçeba’nın eşi Urye’yi öldürerek Berçeba’la evlenmek istemesi. Buna karşılık Urya’nın öldürülmesi için Filistinlilerle anlaşmış olması, hep bildiğiniz gibi tarihimizin içerisinde, felsefemizin içerisinde din eğitimi teolojide okullarımızda bize çok sık anlatılan öykülerden birisidir.
O ana kadar Tanrının kudreti ile Mikail’in insanlık adına avukatlık görevini yapmasının dışında insan adına bir mesleğin bir avukat tarafında yerine getirilerek savunmanın gerçekleştirilmiş olması örneği Hz. Davut’la berçeba arasındadır. Berçeba Hz. Davut’un henüz eşi hayatta iken kendisine tecavüz ettiğini ve kendisini hamile bıraktığını söyler. Davut bunu reddeder ve bunun üzerine Berçeba’nın öldürülmesine kara verir. Ve Berçeba evlilik dışı bir çocuk dünyaya getireceği için Hz. Davut’un cezalandırılmasını ister. Ama hiçbir kimse bunu savunmaya cesaret edemediği anda Davut’un oğlu Ahşalon ortaya çıkar ve Berçeba’nın savunmasını üstlenir. Dünya tarihinde fiili bir davada mazlumun savunmasını üstlenen ilk örnek Davut’un oğlu Ahşalon’dur ve savunmasını karşı taraf olarak kendisine yükleyeceği mesuliyet açısından tartışırken sıhriyetin bağlayıcı olmadığını def’i olarak ileri olarak ileri süren bir davadır.
Bildiğiniz gibi Berçeba beraat eder. Berçeba’nın hamilelik dönemi tamamlanır, dünyaya gelen çocuk Hz. Süleyman olur ve Ahşalon ilk avukatlık sıfatını kazanır. Ama Hz. Davut kendisini halkı önünde mahcup duruma düşürdüğü için, Süleyman doğunca peygamberliğin ona geçmesini istediği için ilk oğlu olan Ahşalonu öldürür. Ahşalon’un öldürülmesi ile birlikte dünya tarihinde mesleki olarak avukatlık görevinin nasıl olması gerektiği tartışmaları ortaya çıkarır. Avukatlık mesleğinin ilk örneğini veren, celse tertiplerini, esaslarını hazırlayan döneminin hukuk dünyasına ve hukuk felsefesine çok büyük katkıları bulunan kişi Senatör Seneca’dır. Seneca bundan uzunca yıllar evvel TV programlarını izlediğiniz zaman hatırlayacağınız Ben Gladius adlı dizi filmde Gladius’un üvey oğlu olan Neron’un akıl hocasıdır. Görevi onun almış olduğu kararların adalet ahlakına uygunluğunu temin etmektir. Zaman zaman Neron’la gizli ihtilaflara düşer.Fakat o kadar ikna edici bir konuşması, o kadar sağlam bir disiplini, o kadar zengin ve hakim bir hukuk kültürü ve tarih disiplini vardır ki dünyaya gelmiş en mecnun, en deli hükümdar olarak Neron bile zaman zaman o keyfi otoriteyi kullanamaz. Fakat günlerden bir gün kendisine karşı yapılan suikastın tertipçisi olarak Seneca’yı gösterir ve Seneca mahkum edilmek istenir. O tarihte senatörleri muhakeme edecek otorite ise senato’nun bizzat kendisidir. O zamandan bugüne kadar Hukukta bizatihi hüküm dediğimiz hüküm ancak o kurum tarafından verilir. Seneca Senato’ya gelir, savunmasını yaparken Neron bir avuç çamuru alıp Seneca’nın üzerine fırlatır. O bembeyaz cübbe leke olur. Neron’a yaranmak isteyen diğer senatörler de senatonun çamurlarını alarak Seneca’nın kıyafetinin üzerine atarlar ve Seneca adeta simsiyah bir cübbeye bürünür. Ve haksız bir şekilde savunması yarıda kesilmek suretiyle ölümüne karar verilir. Ölümüne karar verildiği anda da biliyorsunuz eski Roma’da ölüm kararlarının infazı bizzat suçlunun kendisi tarafından yerine getirilir. Eski Yunan’da da böyleydi. Sokrat da kendi damarlarını keserek ölmek istemiş ama buna müsaade etmemişler, baldıran vermişler ve kendisi içmiştir. Senca’ya bir kase verilir bir de keskin bıçak, Senec bir kenara gider, bilek damarlarını keserek akan kanı o kaseye doldurur ve hakkında verilmiş olan ölüm cezası infaz edilmiş olur. Senatörlerin bembeyaz avukatlık cübbesine çamur atmak üzere siyah kalmasından sonra, genç bir senatör, o da zaman içerisinde dünya hukuk tarihinin çok yakından tanıdığı biri olarak orta çıkar ve der ki dünyada ilk hukuk mesleğini, avukatlık mesleğini tercih eden Seneca’ya karşı yürütülmüş olan bu haksız uygulamada, adalet ahlakı bembeyaz oluncaya kadar bundan böyle avukatlık cübbesi simsiyah olacaktır.Aynı tarihten sonra Yargıçlar da cübbelerini siyah olarak giyerler.
Bu arada, önemli olan iki örneği daha anlatmak istiyorum; Birimcisi, hukuki manada hüküm takdir ederken, ahlaki manada hiçbir disiplinini ifa edemeyeceğimizi ve cezanın hukuk olarak ekonomiyi zorlayamayacağını aktarmak istiyorum. Bu da 17.yy.la gelinceye kadar, yani İngiltere’de ……. yapmış olduğu halk ihtilali ve Lordlar kamarasını kapatıp, havana kamarasını kuruncaya kadar geçen dönemdeki bütün dünya ülkelerinin hukuk disiplininde yer alan husustu. Bütün hukuk disiplinlerinin geçmişinden bugüne kadar gelişinde önemli yasalardan bir tanesi Hammurabi kanunları idi. Diğer herhangi bir kanunda görebileceğiniz çok sayıda özelliği bünyesinde bulundurur. İlk örnekleri olması itibariyle orijinal ve düzgündür. Ama uygulama disiplini olarak son derece sert olduğu için diktatör hükümler dediğimiz, hukukta zalim hükümler dediğimiz türden hükümler içerir.
Kısasın ilk örneklerini orada verir. Hammurabi kanunları ile günümüzün hukuk anlayışında, ahlak anlayışında, adalet anlayışında yücelten ve bugün dünyanın hemen hemen tüm hukuk müessesinde sözü edilen noktaya getiren tarafı akıl hakim olduğu ölçüde toplumun menfaatlerinin önde tutulacağı ilkesidir. İlk defa bu ilke Hammurabi kanunlarında ortaya konmuştur ve avukatlara bu görev verilmiştir, yargıçlara veya savcılara değil. Toplumsal çıkarın sağlanması için adalet ahlakını savunma görevi avukatlara verilmiştir Hammurabi Kanunlarında. Nedir bunlar? Birisi sizin dişinizi kırarsa mukabilinde sizde onun dişini kırabilirsiniz, hiç çaresi yok. Hammurabi bunu gayet normal kısas hükmüne tabi tutuyor. Birisi sizin gözünüzü çıkardığı zaman siz de onun gözünü çıkarabilirsiniz. Kısasta kişisel olarak istediğiniz hırsın tatmini fırsatı vardır, fakat adaleti temsil etme imkânı yoktur. Çünkü adaletin temsil edilebilmesi, yani sizin mağduriyetinizin giderilebilmesi bir muhakeme disiplininden geçmesi gerekir. Sizin iddianızın, sizin iddia kavramınızın bir sav olarak ortaya çıkması şikâyet ve ithamdan farklıdır. 20.Yy.ın hukuk disiplini içerisindeki en önemli değişikliklerden bir tanesi bu olmuştur.
İsa’dan önce şikâyet veya itham doğrudan doğruya dava konusu haline gelirdi. Ve siz hakkınızdaki bir şikâyet veya itham karşısında savunmak mecburiyetine gelebilirdiniz. İşte oraya ikinci dediğimiz önemli müessese Savcılık müessesesi kondu, yani siz ithamınızı veya şikâyetinizi bir müesseseye intikal ettireceksiniz, orası sizin şikâyetinizi veya ithamınızı hukuken bir iddia hüviyeti kazanıp, davaya konu edilip edilmeyeceğine karar verecek ve daha sonra muhakemeye gidilecektir. Hammurabi kanunlarında bu yok, dolayısıyla hemen akla gelen ilk örnek kısas oluyor. Ama Hammurabi kanunlarında bir örnek var. Eğer herhangi bir kimse bir başkasının malına zarar verirse siz de onun malına zarar veremiyorsunuz. Örnek bir dava; birisi sizin harmanınızı yakarsa, siz karşı tarafın harmanını yakmıyorsunuz, karşı tarafın harmanının yakılması toplumun istifade edebileceği ürünlerin yok edilmesine dönüşüyor. Bu nedenle onun sizin zararınızı tazmin edecek, karşılayacak kadar köle gibi çalıştırma hakkınız elde ediliyor.
Dünyada ilk defa olarak taraflardan birinin kendi emeğini, gayretini, zihni ve fiziki bütün imkânlarını birleştirerek bir başkasının zararını tazmin etmek üzere kullanılması olayı bugünkü hukukumuzda yoktur. Ama Hukuk disiplinimizin, adalet ahlakımızın oluşmasında önemli bir kavram haline gelir. Bu itibarla yargıçlık müessesinin karar verirken bir iddianın hukuki süzgeçten geçmesi, yani bu 2000 sene içinde oluşmuş kavramlardır. Öncelikle bir iddia meydana gelecek, yani savcılığın bir tez ortaya koyabilmesi için bir şikâyet veya itham söz konusu olacak. O iddiaya karşılık müddei delillerini ispatla mükelleftir hükmünden hareketle, def’i müdafaasında sahih olmalıdır. Eski mecellenin tarifi ile söylüyorum, müddei iddiasında sahih olmalıdır, onu kanıtlayacak doğrulayacak delili kendi ibraz etmelidir. Ve nihayet muhakemede yargıç kararının verilmesi söz konusu olacaktır.
1789 Fransız İhtilalinden sonra Halk Mahkemelerinin kurulması ile ilgili dava dosyalarının hazırlığında hepinizin bildiği gibi üç önemli insan vardı. Onlardan bir tanesi Serjürüst 27 yaşında idi 30 bin kişinin öldürülmesi kararını vermişti. Karşılığında halk mahkemelerinin ihdas edilerek istenildiği şekilde savcıların doğrudan doğruya yargıçlarla ortaklaşa müzakere ederek karar verme sistemine dönüştüren büyük insan Robbes Piyer’dir. Nihayet bunların zalimane olduğunu ve mutlaka bir avukatın devreye girmesini, halk mahkemelerinde halk karar verse dahi mutlaka bir avukat tarafından savunulmasını John Long’dur.
Sonraları ortaya çıkan disiplin şu oldu ki; dünya üzerinde adalet tek bir mesleğin tarifi veya tatbikatı üzerinde teşekkül edemez. Tek başına yargıçlar, tek başına savcılar, tek başına avukatlar bir şey değildir. Bu üçü bir hukuk müessesesi oluşturur, üçü için birlikte aynı disiplin, aynı riayet ahlakı ve aynı hedef söz konusudur.
Nedir adalet ahlakı? Adalet ahlakı dini olduğu kadar, sosyolojik bir kavramdır. Toplumsal değer yargılarını oluşturur. Tıpkı adaletin sosyolojideki yerini tanımladığımız gibi önce adaleti, basireti ve sonunda karar hükmü olarak felaketidir. Ya da mitolojik manada baktığımız zaman Tanrısal kudretin koymuş olduğu, düzenin riayeti içerisinde toplumun değer yargılarını önemseyen ama insan olarak zarar görmesine müsaade etmeyen ve beraberinde de herhangi bir icap olunduğu zaman mutlaka tevzii edilmesini gerektiren hukuk disiplininin kurulmuş olmasıdır.
Bu müessese Türkiye’de uzun seneler maalesef istenilen disiplin içerisinde gelişmemiştir. Cumhuriyetimizin ilk yılları içerisinde dikkat ediniz, savcıların otoritesi son derece hâkimdir, yargıçlar biraz daha alt disiplindedir, çünkü savcı hadiseye doğrudan müdahale etmekle görevlendirilmiştir ve Cumhuriyetin hemen hemen ilk yıllarında avukatlık mesleği hem yaygın değil hem o tarihlerde müessir değildir. Siyasi hüviyet olarak müessirdir ancak hukuki müessese olarak maalesef müessir değildir. Artı Baromuz bugün 1952 senesinde Urfa’da kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük hukuk adamı Mahmut Esat Bey umumi mektepleri, bugün Ankara hukuk fakültesi umumi mektebi olarak kurulmuştur. Sadece avukatlık yetkisi veren bir müessese idi.1929’dan sonra o mektep mezunlarının aynı zamanda yargıçlık ve savcılık yapabileceğini öngörüldü. En önemli kavramlardan bir tanesi de eğer mazlum bir avukatı yanında bulunduracak maddi ve manevi güce sahip değilse Devletin mutlaka ona bir avukat tahsis etmesidir. Barolar böyle bir görevle görevlendirilmiştir. Bu da Dragon kanunları dediğimiz kanunların hiddeti, şiddeti karşısında adalet ahlakının yine kendisine hakim kılmak isteğidir. Bildiğiniz gibi Dragon kanunları Roma’da o kadar çok kapkaç hareketi, o kadar çok hırsızlık, o kadar çok cinayet o kadar serbestçe işlenmişti ki toplum bundan fevkalade rahatsızdı.
Ve dönemin ünlü avukatlarından Dragon’u çağırdılar, Dragon’dan bir kanun hazırlamasını istediler. Dragon yeryüzünde bugün ceza kanunlarının suç olarak tarif ettiği her suçun cezasını ölüm cezası olarak vermiştir. Yaklaşık olarak 12–13 sene dragon kanunları uygulandı. Sonra dragon kanunlarının uygulandığı her yerde çok ciddi haksızlığın işlendiğini toplum bizzat kendisi gördü. Dragon kanunlarına göre ticari ilişkiden doğan herhangi bir hükmün yerine getirilememesi halinde onu yerine getirmeyen kişi, doğrudan doğruya davayı açan şahsın kölesi haline getirilir. Eşi ve çocukları ile birlikte onun kölesi olarak tüm hakları karşılanıncaya kadar çalışmak mecburiyetinde bırakılırdı. İhtiyar bir adam köle olarak çalıştırılırken bir ihmal gösterdiğinde meydanda çok şiddetli bir şekilde kırbaçlanarak cezalandırıldı ve öldü.
Bunun üzerine eşi ve küçük çocuğu ağlamaya başladılar, halk meydana toplandı ve dragon kanunlarının üzerine yürüdü ve dragon kanunları kaldırıldı. Onun yerine Seneca’nın senato da söylediği gibi “adalet bir ahlakın içerisinde mutlaka kendisine riayet edilen disiplini eğitmek suretiyle sağlanabilir” düşüncesinden hareketle Roma’nın bugün bildiğimiz güçlü kanunları çıktı.
Nasıl eski Yunan’da Tragedyalar varken, Roma’da komediler vardı, nasıl Yunan’da felsefe varken orada sosyoloji vardı, nasıl ki Yunanistan’da iktisat varken Roma’da hukuk vardı. İşte Roma Hukuku denilen çok sağlam, bugün bile ilkelerini tespitte disiplin olarak riayet ettiğimiz ve örnek aldığımız hukuk sistemi ve hukuk eğitimi meydana geldi. Bu gelişim sonucunda Medeni Hukuk dediğimiz kavramlar oluşmaya başladı. Bunların simgesel örneklerini hukuki müessese olarak, hukuki değerleri de bu tür yasaların içerisinde ortaya çıktı.
Bugün için, hukuk mesleğimizin, toplusal değerler yönünden istenilen hakları ve eşitlikleri sağladığı konusunda rahat değiliz, hala karşıtlıklar var. 17 Aralık’ta işte üyesi olmak üzere müracaat ettiğimiz AB’nin bize vereceği gün için hazırlıklarımızı yürütüyoruz. Geçen gün uçakla gelirken Sayın Altan Öymen’le Verhoygen raporunu konuşuyorduk, sonra sizin için dün gece o raporun çok önemli olan iki maddesini internetten indirerek okudum. Onlardan bir tanesi, hukuk disiplinimizin yeterli ölçüde medeni tariflere halen uygun olmadığıdır. Hala savcılık müessesinin Devlet elinde tutulmuş olmasının sağlam bir adalet disiplini ve ahlakı açısından sağlıklı müessese olmadığı savunması vardır. Ve hala avukatlık mesleğinin Türkiye’de istenilen itibara kavuşturulamadığı yazılmaktadır