Alışkanlık

Tek kanatlı bir kuşsun, sevda yoksa yüreğinde.

Asansörden yedinci katta inip yedi numaralı kapının ziline dokunduğunda kıvrak bir Hint ezgisi ile açıldı kapı. İnce gözlüklü, beyaz önlüklü gençten bir kadın içeriye aldı onu, tel çerçeve gözlüğünün üstünden bakarak sordu:
-İlk gelişiniz, değil mi?

Parmakları bilgisayarın tuşlarında telaşla gezinirken, gözü duvardaki dörtgen saatteydi. Aynı soruyu yeniden sorduğunda, bu kez başıyla yanıtladı Adam: ‘Evet.’
-Özel bir nedenle, dediniz telefonda değil mi?
-Evet, kişisel ve özel..
-Hemen buyrun, Beyefendi sizi bekliyorlar, diyerek masasından kalktı.

Uzunca bir koridordan geçip sola döndüler, ikinci koridorun sonunda, yeni cilalanmış gibi pırıltılı, zümrüt yeşili bir kapıyı açmadan önce hafifçe yana çekildi, girmesini işaret etti.

Epeyce büyük bir oval salonda buldu kendini Adam. Sağındaki geniş pencerenin pervazında irili ufaklı mumlar vardı. Salon loştu. Duvardaki uzak-doğu minyatürülerini, yerdeki el halılarını mumların titrek ışığı sayesinde yeni fark etmişti ki salonun ucunda koyu bir gölge belirdi, hızla kendisine doğru yaklaşıyordu. Lacivert takım elbisesi, turuncu papyonu, beyaz gömleği, kalın gözlüğü ile beyefendi karşısındaydı. Elini sıkarken tok bir sesle:
-Ziyaretiniz için teşekkürler, dedi.

Oturması için salonun sonundaki divanı gösterdi, oymalı ceviz masasına oturdu ve bilgi formunu aldı eline. Aynı zamanda göz ucuyla konuğunu inceliyordu.
-Özel bir nedenle geldiğinizi söylemişsiniz?
-Evet, çok özel bir nedenle..
-Böyle güneşli bir günde sizi buraya getiren nedir? Oradan başlayalım. Sonra ayrıntıya gireriz.
-Haklısınız, dedi ve önüne bakarak sustu Adam.

İki dakika kadar sürdü suskunluk.
-Nereden başlayacağımı bilemedim doğrusu, dedi sonunda.
-Rahat olun lütfen. Dilediğiniz gibi anlatın, En iyisi baştan başlayın, Bugünkü son ziyaretçim gelmeyecek, randevusunu iptal etti. Bolca zamanımız var, daha rahat etmek isterseniz şöyle de geçebilirsiniz, diyerek masanın sağ yanındaki beyaz örtülü divanı gösterdi.
-Hayır, hayır. Hiç gerek yok. Gayet rahatım. Bir an için nerden başlayacağımı bilemedim sadece. Gerginlikten değil.
-Tamam, dediğim gibi baştan başlayın siz. Zaten önünde, sonunda mutlaka başa dönülür, değil mi?
-Evet. Beş yıl kadar önce önceydi. Üniversitede vereceğim bir seminere hazırlanıyordum.
-Hocasınız sanırım.
-Hayır, hayır. Hoca değilim. Yani mesleğim değil. Ama üniversitelerde, firmalarda kişisel gelişme seminerleri verdim hep. Kendi mesleğimi yapmaya pek fırsat bulamadım.
-Mesleğiniz neydi, peki?
-Meslekten mühendisim ben. Ama makinalardan ziyade daha başka konular ilgimi çekti. Bir-iki seminer, birkaç sunum derken, öyle sürüp gitti. Evet.. Bir seminer öncesinde araştırma yaparken o o söze rastlamamla başladı her şey.
-Öyle mi? Nasıl bir sözdü bu?
-‘İnsan alışkanlıklarının kölesidir.’
-Evet, David Hume. Çok meşhur bir sözdür. Her meşhur söz gibi, dillerde değişik şekillerde dolaşır. İnsan alışkanlıklarının esiridir, de denmiştir. alışkanlıklarının eseridir de.
-Ben duymamıştım. O söz bana neden o kadar çarpıcı geldi, diye sonraları çok düşündüm. Aslına bakarsanız, alışkanlık meselesine lise yıllarımda da biraz kafa yormuştum. Üniversite döneminde ise sorgulamaya dönüştü.
-Neyi sorguladınız?
-Neden ve nasıl alışırız türünden basit sorulardı. Nesen zararlı şeylere kolay alışırdık, yararlı olanlar çok zaman alırdı? Sonraları daha derine indikçe her alışkanlığın bir biçimde iradeyi zayıflattığını fark ettim. Onların kölesi veya esiri veya eseri olduğumuz ise aklımdan bile geçmemişti. O söz benim için bir dönüm noktası oldu. Alışkanlıklara o açıdan bakmaya başladım. Üç gün süren o seminer boyunca, bu konuya daha çok zaman ayırdım. Sonraki seminerlerde de aynı şeyi yaptım.
-O sözden sonra ana konunuz oldu alışkanlık meselesi, öyle mi?
-“Kendini İnşa Seminerleri” diyorduk, konu buydu. İnsan yaşadıkça kendini oluşturmalıydı. Yani kendini inşa dediğimiz buydu. Kişisel gelişimden çok daha kapsamlıydı, alışkanlıklar ise alt başlıklardan biriydi sadece. Zamanı doğru kullanmak, empati kurmak, düşünce gücünden yararlanmak, etkili iletişim, sağlıklı yaşamak, müzik dinlemek ve spor yapmak gibi şeyleri konuşuyorduk. O sözden sonra, alışkanlıklar eksenine kaydı seminerler, ama adı hiç değişmedi. Asıl değişim ise benim hayatımda oldu.
-Yani, kendinizi inşa sürecinde temelli bir değişim, öyle mi?
-Aynen öyle oldu. O süreçte, alışkanlıklarıma odaklandım. Ve çok geçmeden tüm alışkanlıklarımı gözden geçirmeye karar verdim.
-Çok büyük karar. Daha öı mutlu olacaktınız böylece? Öyle mi düşündünüz?
-Mutsuz veya mutlu olduğumu hiçbir zaman düşünmedim ben. Bana doğru gelen her neyse on7 yaptım. O karar bana çok doğru geldi. Nedenini de söyleyeyim size. İradeyi zayıflatmakla kalmıyor alışkanlıklar; bağımlılık yaparak özgürlüğümüzü kısıtlıyorlar. İrade, özgürlük, bağımsızlık. Bence bunlar asıl meselenin birer parçası. Düşünüp tartıştıkça, büyük resmi daha berrak görüyor insan.
-Büyük resim?
-Büyük resmi anlatmak kolay değil. Düşünceden eyleme, eylemden alışkanlığa, alışkanlıktan kişiliğe, kişilikten kimliğe oradan da hayata çıkan bir resim bu. Hepsi birbirine bağlı, her biri ötekinin içinde. Yani alışkanlık deyip geçiyoruz ama, her şeyin başlangıcı ve sonu aslında bizim alışkanlıklarımız.
-Anladığım kadarı ile siz ‘bizi düşüncelerimiz oluşturuyor, biz de hayatı’ diyorsunuz.
-Hayır, izninizle alışkanlıklarımız diyorum ben. Yani üzerinde pek düşünmeden yineleyip durduğumuz eylemlerimiz. Az önce siz de söylediniz: Onların hem esiri, hem eseriyiz gerçekten. Onlar oluşturuyor düşüncelerimizi.
-Unutmadan sormalıyım: Az önce kimlik derken, ne tür bir kimlikten söz ediyordunuz?
-Yani insan kimliği… İnsan olmaktan söz ediyordum. En üst kimlik o, değil mi? Öbürleri alt kimlikler. Kendimizi yeniden inşa etmemiz de o kimliğin gelişmesi genişlemesi demek. Hep böyle düşündüm ben.
-insanın insan kimliğinin gelişmesi.. Varlığımızın nedeni bu diyorsunuz. Öyle mi?
-Herkes için demek, haddimi aşar. Ben böyle düşünürüm, ben hep bu şekilde düşündüm. Bu tavırla tutarlı yaşadım, öyle yaşamayı da sürdüreceğim.
-Hadi tekrar başa dönelim, sizi buraya getiren süreç beş yıl önce o söze rastlamanızla başladı. İradenizi güçlendirip, kişisel gelişiminizi sürdürmek için alışkanlık denilen kelepçelerden kurtulmaya karar verdiniz.
-Açıkçası, o söze duyuncaya kadar pek farkında değildim. Ondan sonra gördüm ki gelişmek için nefsini terbiye etmek şart, bunun için alışkanlıklarından kurtulmak zorunda insan. Kölelik demiş ya adam. Çok da doğru demiş. Alışkanlıklarının kölesi olanın, iradesi özgürlüğü olur mu? Bence, alıştığımız şeylere o kadar bağımlı olunca, benmerkezci basit bir gövdeden ibaret oluyoruz hepimiz. Öyle bir gövdeden doğru dürüst bir insan inşa etmek boşuna uğraşmak demek. Böyle düşündüm. Yani, kendini kendi oluşturan, ödünç kimliklerle değil kendi tercihleriyle gelişen, kimliğini önyargılardan koşullanmalardan arındıran ve kendini insan soyuna karşı sorumlu sayan insan.
-Çok düşünmüş, ilginç sonuçlara ulaşmışsınız ve büyük bir karar vermişsiniz.. Anladığıma göre kararınızı uyguladınız siz.
-Evet, uyguladım. Ama bitmedi. Uygulamaya devam ediyorum halen..
-Alışkanlıklar anahtarı yitirilmiş kelepçeye benzer, derler. Onların anahtarlarını aradınız, bir kısmını buldunuz, halen de arıyorsunuz, öyle mi?
-Evet, aynen böyle, diye onayladı Adam.
-Çok zor olmadı mı?
-Kolay diyemem, kelepçeden kurtulmanın keyfi de var. Anahtarını ısrarla inatla arayınca er geç buluyor insan.

Masadan kalktı, pencereye doğru yürürken konuştu.
-Süreci merak ediyorum. Nelerden, nasıl kurtuldunuz? Anlatın lütfen.
-Başlangıçta bir plan yaptım, ona titizlikle uydum. Kolaydan zora doğru gitmem uygun olur diye düşünmüştüm. Öyle yaptım,
-Mühendis mantığı o aşamada hemen girmiş işin içine..
-Mühendisliğim okulda kaldı Doktor diyerek güldü Adam. Mesleğim aklıma bile gelmez benim. Her neyse. Sabah kahvesini bırakmak en kolay olacaktır, ondan başladım. Bir haftada bitti. Sıra akşamları içtiğim bir kadeh şaraba geldi. Onun ardından kırmızı eti, bir süre sonra beyaz eti bıraktım. Üç beş ay içinde bütün hayvansal gıdaları çıkardım dünyamdan.
-Balıkla yumurtayı da mı?
-Evet, onları da. Son altı ayda, şekeri, tuzu, her türlü baharatı azaltarak ve zamana yayarak bıraktım. Yalnızca yiyecekler, içecekler değildi derdim. Keyif almadığım insanlarla buluşmak, konuşmak ve birlikte olmak, birilerine hatır için zaman ayırıp görüşmek de alışkanlıktı. Onlardan da kurtuldum. Belirli zaman aralığında ve belirli bir süre uyumak da alışkanlıktı. Uykuma yeni bir düzen verdim. Uyumayı kurala bağlamayı da bıraktım.
-Olağanüstü bir çaba bu. Çok yorulmuş olmalısınız.
-Açıkçası, başarınca yorulmuyor insan. Alıştığım şeyleri yemediğim, içmediğim, yıllardır yapıp durduğum şeyleri artık yapmaktan kaçındığım ilk birkaç hafta garip hissediyordum; kimi zaman başım ağrıyor, ellerim titriyordu; zaman zaman dikkatimi toplamak güç geliyor, mesela okumakta olduğum metni anlamakta zorlanıyordum.
-Çok doğal, elbette zorlanırsınız.
-Bedenimle iradem arasında bir savaş vardı sanki. Bedenim hep alıştığı şeyleri, alıştığı zamanlarda istiyordu, bense…
-Siz ise terbiye edip uslandırıyordunuz onu? Nefsinizle mücadele ediyordunuz.
-Evet, hem de büyük bir keyifle yapıyordum bunu. Biliyor musunuz Doktor? İnsan şımarmış bir bedenin kendine düşman olduğunu böyle bir süreçte daha iyi anlıyor. Herkes bedenini kendi özü sanıyor. Vücudumun adeta vahşi bir hayvan gibi bana saldırdığını sık sık hissettim. Bense elbette ona karşı koyuyordum. İlk bir-kaç haftadan sonra, bedenim yeni düzene uyum sağlıyor, biraz daha uğraşınca her şey normale dönüyordu. O zaman kendimi eskisine göre çok daha güçlü, daha güvenli hissediyordum. Birkaç gün ara verip kazandığım zaferin tadını çıkarıyordum. Ardından, başka bir alışkanlığa saldırıyordum.
-Kaç yıldır sürüyor çaba?
-Söylemiştim, beş yıl kadar önce başladı. İkinci yılda plan yaptım, o zamandan beri devam ediyor.
-Çelik gibi bir iradeniz var.
-Keşke olsaydı Doktor. Bu süreçte öğrendim ki beyninizin bedeninize bir hafta kadar söz geçirmesine bağlı her şey. Belki irade dediğimiz şey de bu zaten. Efendi ve köle imajları süreç boyunca işimi kolaylaştırdı. Yaşadığım zorluklardan hiçbiri bugüne kadar bana aşılamaz gelmedi.
-Ben böyle bir çabayı bu kadar sürdürmüş birine onca yıllık meslek hayatımda ilk kez rastlıyorum.
-Sürdürebilmeme şaşırmayın Doktor. Nedeni şu: Bıraktığım her alışkanlık beni güç kattı; güvenimi, başarma arzumu arttırdı.
-Bu arada.. Sadece sağlıklı değil, çok da zinde görünüyorsunuz.
-Turp gibiyim Doktor, diye karşılık verdi. Şaka bir yana, çok az, ama daha iyi uyuyorum. Dikkatim yerinde, alışkanlıklarımla uğraşmaya doyamıyorum.
-Müthiş. Onun dışında başka neyle uğraşıyorsunuz?
-Üç ayrı yerden semineri isteği var, bekliyor. Bir kitap yazmayı tasarlıyorum, o da alışkanlıklarla uğraşmayı bitirince olacak.
-Seminerler tamamen alışkanlık ekseninde olur artık sanırım. Peki kitap ne hakkında?
-O da kelepçelerden kurtulmak üzerine Doktor.
-Size nasıl yardımcı olabilirim? Henüz söylemediniz.
-Haklısınız. Özür dilerim. Baştan başlayıp iki kez de başa dönünce, böyle oldu.
-Çok da iyi oldu. Merak edince, sordum, sormasam olmazdı. Sizin hayata bakışınız etkileyici derecede değişik. Beni düşündürdü. Haydi, sonuca gelelim.
-Evet, çok şey başardım. Bu doğru ama gücüm tam olarak yetmiyor kendime.
-Yani, uğraştığınız başka alışkanlıklarınız var.
-Evet, öyle. Bakın, sigarayı kolayca bıraktım. Gerçi onu bırakırken leblebiye alıştım, leblebiden kurtulayım derken sakız dert oldu başıma. Su sayesinde kurtuldum. Mesela saat taşımaktan da kurtuldum.

Doktor birden başını kaldırdı, gözlerini kısarak baktı.
-Saat taşımak da bir alışkanlık mı, dersiniz?
-Çoğu kişi öyle görmez. İster sosyal alışkanlık, ister şartlanma deyin, insanın en büyük takıntısı zaman değil mi? Marstan biri gelse, her birimizin kolundaki şu kelepçeleri görünce nasıl şaşırır, bir düşünün.
-Ama saatin çok önemli işlevleri var çağımızda, değil mi?
-Evet, doğru. Zamanı ölçüyor. Ama zamanı niye ölçüyoruz ki? Çünkü her şeyi ona göre ayarlıyoruz da ondan, değil mi? Neden ona göre ayarlıyoruz. Çünkü hayat böyle, medeniyet bu. Önce kendimizi alıştırıyoruz, alışkanlığı ediniyoruz, sonra onun bağımlısı kölesi oluyoruz. Bir de kalkıp buna uygarlık diyoruz.
-Eleştirisel bakarsanız..
-Eleştirel bakmasak olur mu, Doktor? Biz sunulmuş çerçeveyi aşmadan, kendimizi oluşturmadan var olmaya hayat demek de aslında bir alışkanlık desem..
Doktor tatlı tatlı gülmeye başladı.
-Gülmekte haklısınız Doktor, dedi Adam. Eleştirel düşünmek deyince, aklıma geldi. Bana en çok sorun yaratan şeylerden biri zaman denen despotla uğraşmak oldu.
Doktor dikkat kesilmiş dinliyordu.
-Düşünsenize.. Şairin dediği gibi, o kadar içindeyiz ki zamanın ve o kadar içimize işlemiş ki zaman, hiçbir şeye onun dışından bakamaz olmuşuz. Yığınla alışkanlıktan kurtulmak için onca çaba harcadım, yine de zamana bağımlıyım. Belli saatte belirli şeyleri yapmak, örneğin belli yerlerde önceden belirlenmiş bir saatte olmak zorundayım. Şimdi size zamanın da, yarattığımız bir canavar olduğunu söylesem, ne dersiniz? Herhalde, birkaç seanslık terapiye ihtiyacım olduğunu düşünürsünüz.
-Hayır, hayır, olur mu öyle şey diyerek ellerini kaldırdı Doktor. Önemli olan sizin düşünceniz. Siz zaman ile de bir güzel hesaplaşmış olmalısınız.
-Zorlansam da başardım bir ölçüde. Şimdilik saatle de, zamanla da sorunum kalmadı. Saat taşımıyorum, saat vererek kimse ile sözleşmiyorum, o kadar. Ama bütün dünya gırtlağına kadar zamana saplanmışken, benim onun tamamen dışında kalmaya çalışmam, mantıksız olurdu.

O sırada kapı vuruldu. Elinde gümüş bir tepsi, beyaz önlüklü, ince gözlüklü kadın masaya yaklaştı. Doktor açıkladı:
-Çok özür dilerim. Her gün tam saat beşte limonlu bir çay içerim ben. Kırk yıldır böyle. Siz de arzu eder misiniz?
-Teşekkür ederim. Ben istemem. Siz buyurun lütfen.
-Size nasıl yardımcı olabileceğim konusuna gelmişken zaman meselesi girdi araya. Devam edin lütfen..
-Kısacası, ondan tümüyle kurtulmak akıllıca gelmedi. Uzlaştım. Artık ne evde, ne üstümde saat var; yine de başkaları ile sözleştiğimde kurala uyuyorum. Mesela buraya tam zamanında geldim. Zaman meselesinde orta yolu,öseçtim.
-Bana kalırsa çok iyi karar vermişsiniz, kişi gücünün sınırını bilmeli. Yoksa, alışkanlık bırakmak da kötü bir alışkanlık haline gelebilir. Değil mi? Sonra, mesela yazı yazmayı, ders vermeyi, seminer düzenlemeyi, kitap okumayı, hatta varlığını sürdürmeyi bile bırakmaya kalkar insan. Uzlaşarak dengelemek çok iyi olmuş.
-Bir sürü şeyi bırakmayı başardım, zamanın bile dışına bir adım attım ama Doktor, bir şey var ki ne aşabildim, ne uzlaşabildim. Beni en çok yoran da o. İşte konuda yardımınıza ihtiyacım var.
-Nedir sorun, neyle ilgili?
-Açıkçası, cinsellikle başım dertte Doktor. O mereti bir türlü alt edemiyorum.
-Ama doğamızın önemli bir parçası. Kimileri fıtrat der buna. Kimileri..
-Evet, doğru. Yaradılıştan geliyor, diyeceksiniz. Nasıl söylersek söyleyelim, cinsellik biyolojik yanı ağır basan bir alışkanlık. Tam da bu yüzden en beter o güdüyor bizi.
-Evet, güder. Zaten içgüdüsel bir yanımızdır cinsellik.
-Evet, bence hunharca güdüyor bizi. Bir düşünün: Ergenlikle birlikte o arzunun kölesi olmaz mıyız hepimiz? Öyle geçmez mi ömrümüz? Belli mevsimlerde veya haftanın veya ayın sayılı günlerinde kısa bir süre için gelip geçse, hadi neyse! Gece-gündüz, yaz-kış hepimiz o arzunun pençesinde kavranırız. Onun uğruna katlandığımız zahmetleri düşünün. Onca çabanın küçük bir kısmını başka bir alana ayırsak, belki bu deli dünya biraz daha yaşanır olurdu.

Doktor çayından birkaç yudum daha aldı ve sordu.
-Cinselliği, nasıl desem, tümden mi bırakmak istiyorsunuz?
-Elbette. Ama olmuyor; o kadar uğraştım, didindim; olmadı, başaramıyorum..
-Peki, cinsel arzu duymaktan neden rahatsızsınız?
-Çünkü, düpedüz hükmediyor insana. Öyle hayvani bir arzumuz olmasa, hayatımız nasıl değişir, bir düşünün. Dostluklar, ilişkiler, aşklar, evlilikler, süslenme, giyim kuşam… Yığınla şey çok daha farklı, muhtemelen çok daha insanca olurdu. Haksız mıyım?
-Açıkçası cinselliği alışkanlık hele kötü bir alışkanlık olarak düşünemem ben. Bugüne kadar öyle görmedim. Bundan sonra da..
-Ben uzun zamandır öyle düşünüyorum. Mesela, o kelepçeden kurtulunca daha dürüst, daha huzurlu, belki daha içten ve sevecen biri olacağımı sanıyorum.
-Pek anlayamadım. Neden böyle olur, diyorsunuz?
-Size çok tuhaf gelecek. Ama söylemeliyim: İçimde o arzu var oldukça, birini gerçekten sevmek bana olanaksız geliyor Doktor.
-Neden olanaksız olsun ki? Anlayamadım.
-İlk kez size itiraf ediyorum: Kendimi deli-divane âşık sandığım kaç kadın, ilk kez birlikte olmamızın hemen ardından gözümde tükeniverdi. Aşk ve sevgi dediğimizde, içimize bir güzel çöreklenmiş o vahşi arzu, borusunu öyle ustaca, öyle sezdirmeden öttürüyor ki, her şeyimizle onun güdümünde olduğumuzu da fark edemiyoruz. Bana kalırsa, cinselliğin pençesinden kurtulmadan ya hiç var olmuyor, ya da insanca yaşanmıyor aşk.

Doktor çayını bitirdi, arkasına yaslanıp düşündü bir süre.
-Doğrusu çok değişik bir bakış açısı, dedi sonunda. Aslında, haklı olabilirsiniz. Ama siz böyle deyince.. Açıkçası.. Sizi dinlerken aklımdan geçeni söyleyeyim mi ben? Siz aşkı da insanı da fazlası ile.. Nasıl desem, aşırı derecede önemsiyorsunuz. Belki idealize ediyorsunuz.
-Etmesem olmaz ki Doktor? Kendine saygı duyan insan için, hayatta önemsenecek şeyler olmalı. İdealsiz yaşayan biri için bana yaşamanın anlamını söylesenize lütfen.
-Anlamlar kişiye göre değişir. Sizi anlamıyor değilim. Ama gerçek şu ki.. Pek çok kişi, en azından cinsellik konusunda sizin gibi düşünmüyor bugünlerde. İdealler konusunda da öyle. Cinsellik ise… Çoğalma güdüsü kaynağını cinsel arzuda bulur. Herkes böyle bilir bunu. Üstelik, kabul edelim ki o arzu yığınla hazzın ve yığınla sanat eserinin yaratıcısıdır. Aşk da…

Doktor ne diyeceğini unutmuş gibi bir anda durdu. Sonra değişik bir ses tonu ile devam etti.
-Bağışlayın beni. Sizi anlıyorum ve bu nedenle söylediklerimin sizi kararınızdan caydırmayacağını biliyorum.
-Caydırmaz, doğru.
-Tercih tabii ki sizin. Kendi hayatınız sonunda. Kendinizi inşa etmek sizin işiniz. Peki, benim yapabileceğim ne var?
-O meretten kurtulmak zorundayım. Bu kesin. Ama nasıl? Çare diye operasyon önerenler bile oldu.
-Operasyon, diye bağırdı Doktor. Özür dilerim, dedi ve ekledi. Şaşırdım.. İstemsiz hareket diyoruz buna. Devan edelim konuya. Teknik olarak, bildiğim şu: Erkeklik hormonu bir biçimde baskılanabilir, salgılaması belki tamamen durdurulur, bu da mümkündür. Vücut nasıl tepki verir buna? Bundan emin değilim pek. Belki vücut kadınlık hormonu üretmeye başlar. Bence esas mesele şu ki böyle bir müdahale, kısa zamanda bir alay başka müdahaleyi gerektirebilir. Ben operatör değilim. Dediğim gibi.. Uzmanlarla konuşsanız daha uygun olur.
-Konuştum. Dediklerinize benzer şeyler söylediler.
-Sahi, zaman ile yaptığınız gibi bu arzuyla da uzlaşsanız.. Neden düşünmüyorsunuz?
-Çok düşündüm, düşünmekle kalmadım, uzun bir süre denedim, olmadı, başaramadım. Zaman gibi soyut bir şey değil ki meret. Dediğiniz gibi, doğal bir güdü bu. Ve en zayıf anınızda yabani bir hayvan gibi ele geçiriyor insanı. Yani uzlaşmak imkânsız, çünkü açlık ve susuzluk kadar güçlü. Ayrıca, zaman sosyal olarak zorunluluk taşırken cinsellikte bu yok. Çok daha kişisel, bireysel. O nedenle ondan kurtulmak zamana göre bu yönüyle daha kolay. Ama güdüsel olduğundan uzlaşmak imkansız ve bu yüzden ondan tümüyle kurtulmaktan başka çare yok.
-Tercih sizin. Siz de operasyon istemiyorsunuz sanırım..
-Denemeyi istediğim başka bir yol var Doktor.
-Nedir o? Hipnoz, akupunktur türünden bir şey mi?
-Hayır, hayır. Onları da istemem. Neyin peşinde olduğumu kısaca anlatayım, hangi konuda yardımınıza ihtiyaç duyduğumu açıklamış olacağım.
-çok güzel. Buyrun, sizi dinliyorum.
-Sultanahmet’te bir gezginle tanıştım geçen yaz. On yıl kadar önce, bir iş arkadaşından duymuş. Hindistan’da bir manastırda üç ay kadar yaşayanlar bütün arzularından kurtuluyormuş. Nerede, hangi inanç, hangi manastır? Bilmiyordu. O günden beri araştırıyorum. Bulduğum bilgiler yetersiz. Hindistan’ın fahri konsolosu olduğunuzu öğrenince.. Size geldim. Belki siz orayı bulmamda bana yardımcı olabilirsiniz. Çok zamanınızı aldım ama..
-Onun için buradasınız, öyle mi? Manastır bulmak için.. Şimdi anladıııım, dedi ve derin bir nefes alarak yaslandı arkasına. Çekmecesinden kristal bir kül tablası, cebinden bir paket Amerikan sigarası çıkardı, çocuksu bir keyifle yaktı. Dumanını tavana üflerken:
-Doğru yerdesiniz, dedi. Elimden ne gelirse yaparım. Yeter ki, ne istediğinizi iyi bilin.
-Ben bilirim, yani bildiğimi sanıyorum.

***********
Dört ay kadar sonra..
Yeni Delhi havaalanından kente gidecek servis otobüsündeydi Adam. Delhi’de birkaç gün dinlendikten sonra Himalayaların eteklerinde Hindistan’la Nepal arasında Varanisi bölgesinde uygun bir manastır arayacaktı.

İlk gençliğinden beri tutkulu bir merak beslemişti Hindistan için. Büyüleyici bir ülkeydi. Yüzlerce dil, onlarca din, binlerce mezhep. Bilgeliği ve inancı, hayatı ve ölümü, zenginliği ve yoksulluğu asırlardır kucaklayan verimli topraklarda, muson yağmurları başladığında, tek bir gömleği olan bile zengin sayılırdı; o gömlek yağmura karşı sığınak olurdu. Hurdaya çıkmaya çoktan hazır çöp arabaları, sabahları, çöplerle birlikte, selden, hastalıktan, yaşlılıktan, açlıktan ölmüş insan cesetleri toplardı.

Bir mahalle ötede, hemen hemen her hafta üstün kasttan bir çiftin düğünü için milyonlarca dolar harcanması olağandı. İpek üzerine altın işlemeli gelinlikler, paha biçilmez kumaşlar, göz nuru dökülerek dikilip süslenmiş damatlıklar, üstü başı ve ali ayağı altınla mücevherle parayla çiçekle donatılan çiftler sonu bir türlü gelmez törenlerle evlenirlerdi.

Öte yandan, gelinlik ve damatlık nedir bilmeden bir bardak dualı şerbetle, komşulardan on veya on beş beş kişinin huzurunda yürekleri titreyerek dünya evine girmeyi huzur sayan milyonlar vardı.

Üst kastların erkeklerinde yemeklere sos niyetine altın tozu serpmek yaygın ve itibarlı bir alışkanlıktı. Altın sosu da kaplan yumurtası gibi cinsel gücü zinde tutardı ya da şehveti gücünü aşan adamlar öyle umardı. Buna karşılık, birçok lokantanın kapısında kuyrukta sabırla bekleşen insanlar olurdu. Onların günde bir öğün yemek yemekten başka bir ihtiyaçları alışkanlıkları yoktu. Kuyruğun başındaki fakir, içeride hayırsever bir müşteriden çağrı alıncaya kadar sabırla beklemeye alışıktı, sırası gelince içeri girip tek kaptan ibaret yemeği yedikten sonra şükürler eder, çıkarken hayır sahibini önüne giderek minnetle selamlardı onu. Çıkınca, tekrar kuyruğun sonuna geçerdi.

Yoksulların bedenleri her yerde uysal olurdu. Her gün bir kap pilav bile yeterdi buralarda. Fakirin başka bir arzusu pek olmazdı. Belki, fırsat düştükçe Ganj’ın sularında yıkanıp ruhundaki kirden arınmak da isterdi; Varanasideki yakma töreninden sonra küllerinin Ganj’ın sularına karışmasını ise her fakir hayal ederdi. Son derece bereketli topraklar üzerinde bile, hayat, milyonlarca insan için birkaç kaşık pirinçle bir avuç kül kadar sadeydi aslında.

Yeni Delhi’ye indikten birkaç gün sonra, Adam, döşemelerinden yayları fırlamış, dağa tırmanırken soluğu kesilip duran bir otobüste, kenti, gördüklerini düşünüyordu. Yıllarca hayal ettiğinden daha büyüleyiciydi her şey. Bütün kent baştan başa sanki koca bir panayırdı. Derileri sarkmış sığırların geviş getirip keyif sürdüğü caddeler. Develerin, motosikletlerin, lüks arabaların, fatfatların, rikşaların, elle itilen meyve arabalarının, akla gelecek her şeyi satmaya çalışan ayakçıların, ahı gitmiş vahı kalmış otobüslerin çamurluklarına bile fizik kanunlarına meydan okuyarak salkım saçak tutunan yolcuların coşkulu sevinç çığlıkları. Dua eden ve dilenen her yaştan insanın dört bir yana her nasılsa çarpışmadan koşuşturduğu, bir an bile kesilmeyen bağırtılarla dolup taşan devasa bir arı kovanı. Her koşulda inatla atan bir damarın canlılığı bardı her yerde.

Gördüklerini ölünceye dek unutacak değildi. Orada yaşadığı iki olayı ise manastır günlerinde sık sık anımsadı.

Maymuncunun omuzunda tıpkı kentin her yanında aralıksız atan damar gibi sıçrayıp dururken gözleri fıldır fıldır dönen maymun. Maymuncu otobüse ön kapıdan bindikten sonra, koltuklarında otobüsün kalkmasını beklemekten sıkılmış turistlere yaklaşarak alçak sesle konuştu. Onun yanına geldiğinde her satıcı gibi o da parlak sözlerle önce iyi dileklerini sundu, sonra maymunu gösterdi.
-Sadece bir dolara on dakikalık bir gösteri izlemeye ne dersiniz bayım?

Delhi’nin sıcağı insanın tenine yapışıyordu. Adam çok yorgundu. Bir maymuncuya, bir maymuna baktı, tuhaf bir şekilde dönüp duran gözlerine bir kez daha dikkatle baktı. Maymunda bir gariplik vardı. O arada maymuncunun söylediklerini duymadı, duysa da anlamadı. Gözlerini kapamak, mümkünse uyumak istiyordu.
-Hayır, teşekkür ederim, dedi maymuncuya.
-Fındık yemek, fıstık kırmak, şunun bunun taklidini yapmak gibi sıradan bir numara değil bu bayım, derken biraz yükseltti sesini. Öyle bir şeyse aklınıza gelen, yanıldığınızı söylemek zorundayım: Hayal edemeyeceğiniz bir beceri bu, bana kalırsa bu fırsatı kesinlikle reddetmeyin. Görün bu gösteriyi.

Nasıl bir beceriden söz ediyor olabilirdi ki? Merak etti, yine de iki yana salladı başını. Maymuncu gitmedi.
-Bayım, bu numaraya yapmaya alışsın diye iki yıl uğraştım ben. Tam yirmi dört ay, gece gündüz demeden. Yer kürede hiçbir maymunun, bahse girerim ki hiçbir hayvanın bilmediği ve tamamen olağan üstü bir beceri edindi sevgili Çita.

Maymun, aç bir kaplan gibi bakıyordu. Maymuncu üsteliyordu.
-Bir dolarlık merakınız yok mu bayım sizin? Bir kez görün, sadece bir dolarcık. Çitanın kazandığı alışkanlığı bir kez olsun görün Bayım.

Alışkanlık kazanmak! Bu söz, direncini zorladı.
-Tamam, göreyim, derken yerinde doğruldu. Burada mı yapacak numarasını?
-Hayır, hiç olur mu bayım, dedi maymuncu.
Kulağına eğildi.
-Görseler, dakikasında bizi içeri alırlar aynasızlar. Üç ay boyunca bir kez bile gün yüzü göstermezler. Burada olmaz. İster otobüsten inince tenha bir sokakta.. Ama en iyisi kaldığınız yerde. Otelde uygun zamanda odanıza geliriz. O durumda iki dolar da yol için alırım.
-Tamam, dedi Adam.. Yarın akşam lobide..
-Tam saat sekizde orada olurum bayım.
Otobüsün şöförü nihayet gelmişti. Yardımcısı ücretleri topluyordu. Adam otelin adresini yazarken birden durdu:
-Daha iyi bir fikir geldi aklıma, dedi. Ben şimdi bir dolar vereyim sana, numaranın ne olduğunu söyle. Eğer görmek de istersem, otelde iki dolar daha veririm. Ne dersin?
-Anlaştık, dedi maymuncu, keyifle.
Doları buruşturup pantolonunun iç cebine yerleştirdi, etrafına bakındı ve Adam’ın kulağına birkaç cümle fısıldadıktan sonra marifetine iltifat bekler gibi güvenle baktı. Adam’ın yüzü karışmıştı.
-Neden ama? Böyle bir şey nasıl geldi ki aklına?
Maymuncunun gülüşü dondu.
-Hem o zevk alıyor, hem de seyreden. Ben de para kazanıyorum, karım, çocuklarım ve Çita için.
Cevap vermedi Adam.
-Kadın-erkek herkesin yaptığı bir şey bu. Çita neden yapmasın ki bayım? Nesi var ki bunun?
Adam maymunun gözlerine bir daha baktı. Onu izlemekle öğreneceği bir şeyler elbette olabilirdi.
-Görseniz sizin de çok hoşunuza gider Bayım. Keyif alırsınız, yemin ederim.
-Keyif almak değil ki mesele.
Maymuncu terslenmesene aldırmadı.
-Mesele nedir bilemem bayım. Zevkten kendinden geçiyor Çita. Son anlardaki çıplıklarını bir duysanız, unutmanız imkansız. Elbette görmeden inanamazsınız!
Adam kararsızdı. Maymuncu üstelemeyi sürdürdü.
-Bir keresinde bir apartman dairesinde yapıyorduk gösteriyi. Biri boğazlanıyor sanıp polis çağırmış komşular! Anlatmak yetmez, gözlerinizle görmeli, kulaklarınızla duymalısınız bayım; eşi benzeri olmayan bir deneyim bu! Adresi yazacak mısınız benim için bayım?
Yardımcı topladığı paraya sayarken şöför çalıştırdı aracı.
-Bilmem ki, dedi Adam. Nasıl başlatıyorsun gösteriyi? En çok bunu merak ettim doğrusu.
-Çok basit, çok kolay, derken güldü maymuncu. Ama tabii ki sırdır bu, size söylerim, bir dolarınızı daha alırım.
Hemen verdi Adam.
-Karşısına makyajlı rujlu bir dişi maymun fotosu koyuyorum, ensesini tatlı tatlı biraz okşuyorum, sonra poposuna bir şaplak indiriyorum. Gerisini Çita kendi beceriyor.
Adam gülmeden edemedi. Maymuncu cesaretini toplad.
-Benim için adresi yazacak mısınız bayım?
Adam gözlerini kapadı, arkasına yaslandı, kalemini cebine koydu.
-Teşekkürler, dedi. Daha fazlası gereksiz benim için.

Otobüs hareket etmeye başlayınca hızla kapıya yürüdü maymuncu.
İkinci olayı binlerce insanın adeta cirit attığı büyük meydanda gördü Adam. Cambazlarla, hokkabazların, palyaçoların, ayı, yılan, maymun oynatıcılarının, aydan, güneşten, yıldızlardan haber veren, herkesin geleceğini hem burçlarından, hem avuçlarından okuduğunu söyleyen falcıların, kötü ruhlar ve kötü alışkanlıklarla bir günde başa çıktığını iddia eden büyü ve sihir ustalarının, kerametleri kendinden menkul her biri son kertede laf cambazı sihirbazların arasında saatlerce dolaştı. Akşama doğru, meydanın bir köşesinde, genç bir adama rastladı.

Bir deri, bir kemik kalmıştı adam.
Bir duvarın önünde sırtüstü uzanıp bedenine odaklanarak uyku haline geçiyor, birkaç dakika öylece kaldıktan sonra vücudu yerden kesilip yükselmeye başlıyordu. Yarım adam boyu yükselip orada bir süre kalıyor, ardından ağır çekimdeymiş gibi kalktığı yere adeta santim santim iniyordu. Kalkış kadar yumuşak bir iniş. İnince olduğu yerde derin bir uyku halindeymiş gibi yatıyor, çok geçmeden ayağa kalkıp izleyenleri alkışlar arasında selamlıyordu.

Yerden yükselmekte olan ince bir beden.
Gözlerini bir an bile kırpmadan ve kendinden geçmiş gibi onu izlerken, insan beyninin kendi bedenine karşı kazandığı gücün zirvesi bu olmalı, diye düşündü. Gencecik bir adam, herkesin kader diye sandığı yer çekimi yasasını ve bedeninin direnişini iradesiyle alt ediyordu işte. Dünyada bundan öte zafer var mıydı Doktor?

Gösteriyi ikinci kez izledi ve genç adam yerinden kalkar kalkmaz koştu yanına gitti, alkışlar arasında kucaklayarak kutladı ve bir yüzlük uzattı. Genç adam yüzünde yarı ağlak bir ifade ile parayız aldı, ardına bakmadan köşesine gidip duvarın üstüne oturdu ve bir sigara yaktı.
…..
Beş kez vermek sorunda kaldıkları arıza molası yüzünden Varanasi’ye on yedi saatlik bir yolculuktan sonra ulaştı Adam. Altı gün boyunca dağ eteklerinde dolaştı, onlarca manastır gördü. Yedinci günün sabahında sırt çantasını içindekilerle birlikte, o gece altında uyuduğu bir hurma ağacına bıraktı. Yeniden dağ yoluna çıktı, yürümeye başladı.

Bu kez geri dönmeyeceğini biliyordu. Ayağında kısa keten pantolon, başında hasır şapka, üstünde ince bir gömlek. Ayakkabısı rahattı. Uzun uzun yürüdü. Önüne çıkan her manastıra, her tapınağa uğradı. Zaman zaman dinlendi. Günlerce, gecelerce yürüdükten sonra hava alanına inişinin yirmi birinci gününde kapısının üzerinde bir demet kurumuş buğday başağı bulunan küçük bir manastırın kapısını çaldı.

O anda aradığını bulduğunu anladı. İnce gözlüklü, beyaz önlüklü, yüzü kırışıklıklarla dolu, güleç bir kadın açtı ona kapıyı. Geleceğinden haberliymiş gibi, sakince gülümsedi, hiçbir şey sormadan söylemeden içeriye aldı onu, ardından kapıyı usulca kapadı. İçeride loş ve dar bir dehlize girdiklerinde elinden tuttu Adamın. Kara taşla kaplı epeyce geniş bir odaya girdiler. Onu yarı karanlık bir köşeye götürdü Elindeki şilteyi serdi, oturmasını işaret etti ve döndü, gitti.

Oturduğu yerde etrafına bakındı Adam.
Her duvarda üçer beşer minik pencere, her pencerenin pervazında birkaç kandil. Kandiller pencereleri aydınlatıyordu. Tavan yüksekti, orada tek bir kandil vardı. Gözü loşluğa alıştığında, pencerelerin etrafındaki renk renk minyatürleri gördü, kendisi gibi oturmakta olan manastırın öbür sakinlerini ise daha sonra fark etti. Kimi sırtını duvara yaslamış, kimi öne doğru eğilmiş, kimi gözlerini tavana dikmiş, her biri ötekinden uzakta hiç kıpırdamadan oturuyordu.

Manastır hayatının aynı mekânda, birlikte oturmak ve bir başına kendine odaklanmak olacağını, tüm arzularından kurtulmanın anahtarını ancak böyle bulacağını sezmesi fazla zaman almadı. Haftada bir kez, büyük usta ile buluştuklarında, onunla aralarında da sessizlik egemendi. Kendisi onun gözlerine bakarken, büyük usta önce sol, sonra sağ elini iki avucu arasına alıp hafifçe ovalardı. İkisi de gözlerini kapar, karşı karşıya ama hem sağır hem dilsiz hem kör gibi dakikalarca öylece kalırlardı.

Büyük ustanın gelişini de, gidişini belli belirsiz fark ederdi Adam. Günler geceler boyunca özüne yoğunlaşmak, her dilediğinde ustayı yanında, ellerini onun avuçlarında hissetmek. Bunun dışında her şeyi ama her şeyi yok sayarak, dingince var olmak. Doymak bilmez bedeninin hoyratlığından iyiden iyiye kurtulduğu huzur dolu bir dünyada, çok daha saygın ve her gün bir öncekine göre daha erdemli bir insan kimliğine onca çabadan sonra nihayet kavuşuyordu artık.

İçeride kubbeli odada taş üstünde otururken kimse kimseyle ilgilenmezdi. Sadece her gün tan yeri ağarırken, tüm sakinler dışarıya çıkar, manastırın bahçesinin önünden Ganj’a akan derede yıkanırdı. Kutsal su, onları daha çok arındırsın diye kimse kurulanmazdı. Dereden çıktıktan sonra hep birlikte bahçede çiçeklerle sebzeleri sular, tarhların etrafındaki otları ayıklardı. O arada birbirleri ile şakalaşır söyleşirlerdi.

Bahçeden sonra, gün batımına kadar bütün gün yine içeride oturur, özlerine odaklanırlardı. Gün batarken dalından kopardıkları sebzeleri, meyveleri dere kenarına çömelip birlikte şarkılar söyleyerek yerlerdi. Hava iyice kararınca, her biri penceredeki kandillerden birini alır, yanar halde dereye bırakır, suyun üstünde salına salına uzaklaşan kendi kandilinin ışığı gözden kayboluncaya kadar herkes ibadet eder gibi izlerdi.

Dört ay böyle bir kum tanesi huzuru ile yaşadı Adam. Rahattı, hoşnuttu, doygundu. İradesi bedenini uysallaştırmış, nefsini yok ermiş, sonuçta onu şımarıklıktan kurtarıp doğru dürüst bir adam etmişti sonunda. Alışkanlığı yoktu, hiçbir şeye ihtiyacı yoktu artık. O kadar ki, her akşam çok az da olsa bir şeyler yemek bile, gereksiz bir zahmet gibi geliyordu ona.

Her gün önceki günkünden daha az yiyerek, iradesi ile yıllardır kazandığı zaferi taçlandırmaya karar verdiği sabah, yanı başında Maja’yı gördü. Aynı anda sarsıcı bir gerçeğin farkına vardı: Maja’ya alışmıştı. İki haftadır, dışarıda iken manastır sakinlerinden bir tek onunla uzun uzun konuşuyordu. Yıkanırken, çiçekleri, sebzeleri sularken, yemek niyetine bir şeyler yerken, akşamları derede süzülerek uzaklaşan kandilinin titrek ışığını sönünceye kadar izlerken hep onun yanında buluyordu kendini. Her fırsatta onu arıyordu gözleri. Ona kendini anlatmak, kendi özüne odaklanmak gibiydi; onu dinlemek de öyle, onun yakınında olmak ustanın yanındaki gibi pürüzsüz bir huzur ve dinginlik veriyordu.

İçerinin loşluğunda otururken bile, sık sık Maja geliyordu aklına. Üç hafta kadar önceydi, manastırda saatlerdir yaslandığı duvarın yerinde onun sırtını hayal ettiği gün, usulca dönüp arkasına baktı ve bilmekten korktuğu gerçeği gözleriyle gördü: Sırtı duvara değil Maja’nın sırtına yaslanmıştı. Dehşetle yerinden sıçramış, içinden kopan çığlığı her nasılsa boğazında tutmuş, lakin yanağına inen iki damla yaşa yetmemişti gücü.

Ne var ki, onu daha sonra bahçede yanı başında kendisine gülümserken gördüğünde o dehşet anını anımsadı, onum ardından da başka bir gerçeği yüzlemek zorunda kaldı: Sırtını ona dayamış olduğunu keşfettiği gecenin ertesinde, bahçede derenin bilgece akışını, mumların suda yıldızlaştığını konuştukları sırada Maja’nın yanaklarına iki damla yaş süzüldüğünü görmüş, birden sarılıp kucaklamıştı onu.

Sade ve dostça bir kucaklaşmadan çok daha boyutlu, kelimelerle anlatılması olanaksız bir duygu boşalmasıydı bu. Bütün hücreleri, onun hücrelerine karışmış, her hücre öbür bedendeki hücrenin içinde erimişti sanki. Yüreği çarparken bulutların üstünde dirhem dirhem birlikte yükseldiklerini, oradan Ganj’a birlikte iniş yaptıklarını görmüştü.

Bütün bunlardan daha vahim ve elim olan bir şey daha vardı. Bulutların üstünde Ganj’a akan derede salınan ışık parçacıklarını onunla birlikte kendinden geçmiş gibi izledikleri sırada, onca zaman kurtulmaya çalışıp tam da artık tamamen başardığını sandığı arzunun içinde kat kat büyüyüp aylar sonra bir kez daha başkaldırdığını hissetmişti ve o duygular bu kez de Çita’nin kaplan gözlerini getirmişti aklına.

Bahçede Maja yanında dururken onunla arasında olanları düşündü, sonunda isyan eder gibi başını şiddetle bir sağa, bir sola salladı. Dönüp Maja’ya bakamadı, boğazındaki düğüm emziksiz kalmış bebek ağıdına dönebilirdi her an. Bunu düşündü, bir süre önüne baktı, bir süre donmuş veya uyuşmuş gibi öylece kaldı. En iyisi ona her şeyi apaçık anlatarak ondan uzak durmak olacaktı. İradesi bunu başaracak kadar herhalde güçlüydü.

O sabah verdiği kararı ona anlatma fırsatı bulamadı Adam. İki gün sonra, tam gece yarısı büyük uğurlama töreninde, manastırın sakinleri, ellerinde kandilleri derenin kenarına dizildiler. Üç bin yıllık mantralar ve şarkılar söylüyorlardı. Maja törende büyük ustanın yanındaydı, gözleri yaşlıydı.

Adam’ı sorarsanız, o da oradaydı.
Artık tümden kurtulduğu bedeninin küllerini yoldaşları o gece yarısı kutsal dereye serptikleri sırada ve kandillerini yakıp dereye bıraktıkları anda, onun yorgun ruhu göğün yedinci katına çıktı.

Baş melek karşıladı, iki eli arkasında, onu kucaklar gibi selamladı.
-Tanrı, insanlık için verdiğin büyük uğraşı elbette biliyor. Seni yardımcım olmakla ödüllendirdi.

Ödül almak aklına hiçbir zaman gelmemişti Adam’ın.
Baş melek devam etti:
-Her melek gibi, senin de elbette iki kanadın olacak. Bu birincisi, dedi.

Sağ elini arkasından çekip kanadı uzattı Adama.
Gülümsemesi derinleşirken ekledi:
-İkinci kanadını, birinciye alıştıktan sonra vereceğiz sana. Tanrı öyle istedi.

Xxx

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir