Miki

Ali İhsan Asilhanoğlu koğuşa yeni getirilmişti. Yatağının üstüne oturmuş, koğuştakilere
içeriye nasıl düştüğünü anlatıyordu:
“Şeref amcamın geçen hafta kalp yetmezliğinden ölümü, küçük amcamın bir kere daha
hükümetin güçlü adamı olduğu bir zamana rastladı. Mezarlıktan sonra millet eve akın etti.
Odalar, eyvanlar ve avlu dolunca kapı önünde birikme oldu. Bizim köylerden, komşu
köylerden, şehirlerden gelenlerden başka şehir dışından gelen yabancılar çoktu. Koyu renk
takım elbiseleri, temiz tıraşları ile Ankara’dan gelen partililer hemen seçiliyordu. Bürokratlar
da aynen onlar gibi. Görünüşleri bizimkilerden epeyce farklıydı; ama amcamın yanında
Ankaradan gelenler de onlar gibiydi. Mermerli çardağın iki yanındaki basamaklardan çıkıp
eyvana ulaştığında herkes eğilip onun elini öpüyor, baş sağlığı diliyordu. Onlar da dua
niyetine doğru yanlış Arapça bir şeyler geveliyor, sonra amcamın kulağına eğilerek bir
çırpıda ricalarını, yani partiden veya devletten dileklerini söylüyordu.
Belki üzüntüden belki yorgunluktandı, belki halin icabından, hep kendinden geçmiş gibi
görünüyordu amcam. Önünde iki büklüm olup elini öpenlerin, daima iki yanağından, kimi
zaman iki gözünden, kimi zaman hem iki gözü, hem iki yanağından öpüyordu. Öpme
faslından sonra abime dönüyor, dileği deftere yazmasını işaret ediyordu. Abim yorulup da
sigara molasına kalkınca, dilekleri deftere ben yazıyordum. Taziye evi öyle kalabalıktı ki
üçüncü günün sabahında beşinci defteri yazmaya başlamıştık.”
Onu merakla dinleyen dinlemekte olan Doktor başını “şu saçmalığa bak” der gibi iki yana
sallarken yatağının üstünde:
-Vay babam vay, diye bağırdı. Üç günde beş defter, yüzlerce dilek eder. Kim bilir öyle kaç
defter küfleniyordur sizin mahzenlerde.
Koğuştakiler Ankara’dan helikopterle taziyeye gelen bakanları koğuşun siyah beyaz
televizyonunda izlemişti, parti ileri gelenleri ile devlet büyüklerinin listesi ise bir çıkıp bir
batan “Memleketin Sesi” gazetesinde her gün yayınlanıyordu. Şehir uzun zamandan beri ilk
kez canlanmıştı. Beyefendinin kardeşinin taziyesinde ne olup bittiğini herkes gibi
koğuştakiler de pek merak ediyordu. Asilhanoğlu’nun aralarına nasıl düştüğünü anlattığı
sırada onun sözünü kesen Doktora döndü Büyük Reis.
-Yahu, kesme konuşsun arkadaş, dedi davudi bir sesle. Güzel güzel anlatıyor işte. Laf salatası
yapmanın manası var mı şimdi?
Asilhanoğlu devam etti.
“Amcam öğlen, ikindi ve akşam namazlarından önce, abdest alıp namazını eda etmek için
mutlaka yerinden kalkıyordu. Dışarıdan gelen önemli ‘hatırcıları kapıya kadar geçirmek’ için de kalktığı oluyordu. Her kalkışında ben yanında onunla birlikte yürüyordum, kalabalıkta
ona yol açmaya çalışıyordum. Ellerini omuzlarına kadar kaldırıp boynunu bükerek
kalabalığın arasından kapı önüne çıkarken amcam mahcup bir yüzle etrafına bakınıyor ve üç
beş adımda bir:
-Bu fakirhane böyle günlerde yetmiyor. Allah rızası için bizi hoşgörün, size zahmet veriyoruz,
kusurumuzu bağışlayın, diyordu.
Usul erkandan nasiplenmiş Ankaralılar ‘Allah şanınızı, şerefinizi artırsın beyim,’ ya da ‘gönlü
genişin evi dar olmaz,’ diye karşılık veriyorlardı, bazen de ‘sayenizde darlık yok Beyefendi,
sizin gönlünüz geniş,’ diyerek baş sağlığı diliyor, bu arada yarım yamalak dualar ediyorlardı.
Bir namertlik olmasın diye ben amcama yakın duruyordum. Yürürken bir yandan etrafı
kolluyordum, bir yandan etraftakilerin uzattığı ‘talepnameleri’ dilek defterlerine geçirmek
için topluyordum.
Amcam yerinden kalktığında herkes ‘hazır ol!’ çekilmiş gibi ayağa fırlayıp el pençe divan
duruyordu. Onun yanında ardında onunla birlikte yürümeye heveslenenler birbirini itip ona
yaklaşmaya çalışıyordu. Amcamın kulağına bir-iki söz daha söyleyerek zaten deftere
yazdırmış olduğu dileklerinin yerine getirilmesi ihtimalini kuvvetlendirmek isteyenler
onunla birlikte avluya çıktığı için namaz vakitlerinde eyvanda biraz nefes alıyorduk. Çardağı,
eyvanı, avlusu, avlunun etrafındaki altı odası ile gün boyunca koca ev tıklım tıklım dolu
oluyordu. Namaz vakitlerinde ise avluda iğne atsan yere düşmezdi. Camilerden kilimler
halılar taşınıyor, komşulardan keçeler hasırlar geliyordu. Hepsi avluya saf saf seriliyordu.
Kuyudan çekilip ibriklere doldurulan suyla abdestler tazeleniyordu. Namaza duranlardan
amcamın yanında saf tutmak için yarışanlar çoktu. Namazdan hemen sonra tesbihe
geçilmeden, eyvanda ayakta kalmamak için hemen oraya hücum ediyordu. Amcamın
yokluğunda eyvanda çoğu kez fısıltılı, zaman zaman kahkahalı sohbetler başlıyor,
muhalefete küfürler ediliyordu. Kör hafızların başlarını bir sağa bir sola sallayarak arada bir
okuduğu surelerle, ayrılmak için kalkanların sık sık çıkardığı ‘baki Allah’ sesleri de olmasa,
buranın taziye evi olduğuna doğrusu bin şahit isterdi.
Yemek zamanları kalabalık çok daha artıyordu. Beş fırında yaptırdığımız yüzlerce kıymalı
ekmek yetmeyince, kebapçılardan dürüm ısmarlıyorduk. Kıymalı ekmeklerine, dürümlerine
limon ve maydanoz isteyenler, kuşbaşı ya da kıyma kebabı arayıp bulma telaşından itişenler,
bu arada yere düşenler.. Acılı ya da az acılı kebabı bulduğunda keyifle nara atanlar.. Yemek
zamanları onların şayesinde avlu, bağırtı çağırtının gırla gittiği şenlikli bir piknik yerine
dönüyordu. Bir düzine kadar kahveci, yemekten sonra fincanlarını tıkırdatarak odaları
dolaşıp acı kahve yetiştirmeye çalışıyor, bizim köyden on kadar çocuk cam tabaklarda
misafirlere filtreli sigara tutuyor, başka çocuklar kadınların mutfakta, perde ardında
hazırladığı buzlu ayranı dağıtıyordu. Ama ne yemek, ne ayran, ne acı kahve, ne sigara
yetiyordu. Evdeki curcunanın haddi hesabı yoktu. böyle dolup dolup taşan taziye evi ne
görülmüş, ne duyulmuştur.”

Koğuştaki kısa ayaklı masanın önündeki kahve kürsüsüne yan oturmuş olan Şef gülerek
sordu.
-Olay yemek ya da kahve yüzünden çıkmadı ya?
“Yok, yok, ilgisi yok. Olayı birazdan anlatırım.”
-Anlat anlat, dedi Doktor.. İstediğin gibi anlat, zaman kıtlığı yok burda.
Önemli-Acil-Küçük-Büyük-Haklı-Haksız-Siyasal-Parasal-Kutsal Dilekler
“Amcam için her zamanki gibi çardağın köşesindeki gürgen sediri hazırlamışlardı. O gelip
döşeğine oturduğunda, daha sırtını yastığa dayamasına fırsat kalmadan, adamlar ona doğru
adeta koşturarak akın ediyordu. Eller gözler öpülüyor, sırtlar sıvazlanıyordu ve sıra isteklere
dileklere geliyordu. İstekte sınırı yoktur. Devletten iş, hazineden toprak, toplu konuttan ev,
devlet bankasından faizsiz para, zirai-donatımdan ucuz gübre ve traktör, makine-kimyadan
tabanca ve mermi isteyen olur. Evlenmek için yardım isteyen bile çıkar. Bu arada emniyetten
silah taşıma ruhsatı, maliyeden vergi iadesi, karayollarından hesaplı yol ihalesi,
planlamadan teşvik, özelleştirme idaresinden arsası ve kazancı büyük, işçisi az ve mutlaka
peşinatsız bir tesis, kamulaştırılmış topraklar için mahkemeden yüklü bir bedel artırma
kararı, sigortadan erken ve kıyak emeklilik de çok istenir. Dedim ya sınır yoktur. Devlet
hastanesinden ameliyat ya da muayene günü, diyanetten cami inşası, imam ataması ve hac
vizesi, açılmış ya da açılacak sınavlarda kolaylık, çalıştığı devlet dairesinde beş basamak
birden yükselme, gelecek seçimlerde il, ilçe, belediye başkanlığı, milletvekili ya da muhtar
adaylığı, evlerine un bulgur şeker, kimileri ceplerine harçlık..”
-Karun hazinesi olsa yetmez bunlara yahu, diye söylendi Doktor.
“Kendimi bildim bileli bizde hep böyledir. Seçimde, düğünde, dernekte, sünnette, bayramda,
seyranda, yasta, hatta sokakta bile daima böyle.. Aş, ekmek ister gibi gelir, isteklerini
dileklerini söylerler, bazen yazdırmış oldukları küçük bir pusulayı verirler. Yer ve zaman
müsaitse mutlaka deftere yazdırırlar. Dileklerinin
taleplerinin altını iki kez çizdirenler olur, üstüne kırmızı kalemle ‘çok acil’ diye not düşürmek
için yalvaranlar olur.
Üçüncü gün öğlene doğru beşinci defteri yazıyorduk, amcam namaz için kalktı. Ben önünde
yol açmaya çalışıyordum. Merdivene varmamıştık daha. Kalabalığın arasında ince bıyıklı,
ipek kravatlı, tıknaz bir adam, elimi savurup üstüme yürüdü. Bağırmaya başladı.
-Patates çuvalı mı zannettin kardeşim? Niye itiyorsun? Biz buraya Beyefendi’nin hatırı için
geldik. Biz de saygı isteriz.
Millet sesini kesmiş bize bakarken adam iki eliyle birden itti beni. N’oluyor demeye kalmadı,
üstüme atılıp belime sarıldı, boğuşmaya başladık. Yanımızdakiler araya girmeye çalışırken,
onun arkasında duran iri yarı siyah gözlüklü takım elbiseli iki genç adam silah çekti. Yere
düşmeden düşmeden toparlandım, o arada karşımdaki adamın sağ elinde tabanca gördüm.
Bileğini yakaladım, kavrayıp kıvırdım hemen, elindeki tabancayı tavana çevirdim. İşte tam o
sırada bir gümbürtü koptu, aynı anda adamın elimdeki bileği birden kasıldı, sonra gevşedi.
Adamın inlediğini duyunca o anda gittiğini hissettim. Tutmama fırsat kalmadı, yüz üstü yere yığıldı, o anda gümüş kabzalı tabancası elimde kaldı. Sırtından kan akıyordu adamın.
Bizimkiler silahlarını çekmişti, ona sıkacaklar diye korktum, adamın üstüne kapandım.
Kalabalığın içinden onu güç bela çıkardık, bir arabaya atıp hastaneye gönderdik. Yirmi
dakika sonra ölüm haberi geldi. Ev işte o zaman gerçekten yasa gömüldü.”
Yas evinden Cezaevine
Demir parmaklıklı iki geniş pencereden koğuşun ortasındaki yeşil masaya ikindi güneşi
vuruyordu. Ali İhsan Asilhanoğlu çantasından çıkar sığı giysileri boş bir dolaba yerleştirirken
anlatmayı sürdürdü.
“Az sonra evin önüne üç devriye arabası geldi. Emniyet Müdürü amcamı aramış, ‘tahkikat
için’ ondan ‘terbiye dairesinde’ izin istemiş. Amcam, telefonla valiyi savcıyı arayıp konuştu.
Yol yordam sordu. Zor durumdaydık: Polisin aşiret evine girmesi olmazdı. Birinin kendi
çatımızın altında kim vurduya gitmesi de, evimizdeki konuğu polise teslim etmemiz de
töreye uymazdı. Diğer yandan, evimizde öldürülmüş, hem de ta Ankara’dan hatır almaya
gelmişken arkadan kalleşçe vurulmuş çoluk çocuk sahibi bir iş adamının kanı vardı ortada.
Neyse ki amcam da aramızdaydı, uygun bir yol nasılsa bulurdu.
Ölüm haberi geldiğinde ben elime bulaşmış yıkamıştım, avluda cigara içiyordum, aklımdan
da bunlar geçiyordu. Hastane başhekimi, emniyet müdürü, vali ve savcı ile birkaç kere
telefonla konuştuktan sonra, amcam bütün abilerini çağırdı, dördü birlikte iç odaya
geçtiler. Yarım saat sonra babam çıkıp yanıma geldi. Yüzü sapsarıydı. Elini omzuma attı.
-Haydi evlat, gidiyoruz, dedi.
Sesi kısık çıktı.
Kalabalığın arasında dış kapıya doğru giderken birkaç kişi kulağıma eğilip:
-Allah kurtarsın ağam, dedi.
Nereye gidiyorduk? Ne olduğunu anlamış değildim. Amcamın kırk yıllık parti arkadaşı, İsotçu
Mahallesinin gedikli muhtarı Kör Haydar ‘Allah yardımcın olsun evlat’ deyince bende şafak
attı! Başkaları neyse ama, o boş söz etmezdi. Gene de dert değildi. Kaçak petrol işinden iki yıl
içinde köşeyi dönmüş Ankara’lı bir tüccar olduğunu daha sonra öğrendiğimiz o kişiyi ben
vurmamıştım. Zaten işin içinde amcam olduğuna göre, daha önce böyle şeyleri üstlenmiş,
hatta cinayetler işlemiş öteki akraba çocukları gibi ben de bir hafta içinde eve dönerdim. Bu
arada, tadı iyice kaçmış taziye bitmiş olurdu. Babamın ardında kalabalığın arasından
geçerken böyle düşünüyordum.
Emniyette bir saat kadar gözaltında kaldım, oradan beni hastaneye götürdüler. O gece orada
yattım. Ertesi gün Ankara’dan avukatım geldi, birlikte Adliyeye götürdüler, ağır cezada
duruşmaya çıktık. Mahkeme salonuna girmemizle çıkmamız bir oldu. Tek bir söz bile
konuşulmadı. Katip bile yoktu. Adliyeden sonra kaşla göz arasında buraya getirilince işlerin
iyice sarpa sardığını anlamaya başladım.”
İki Yıldızlı Lale Palas ve “Asri” Elkartaz
Şehrin yeni cezaevi, on yıl süren inşaattan sonra iki yıl önce bitmişti. Bir teknoloji harikasıydı
‘asri hapishane.’ Mahkumların firarını önleyecek her şeyi düşünmüşlerdi. Her taraf gündüz
gibi aydınlatılıyordu. Giriş çıkış kayıt altındaydı. On metrede bir gözcü konulmuştu. Bu
yüzden yerli halk, yeni ceza evini bir Amerikan filmindeki deniz ortasındaki kale gibi hapishaneden esinlenerek Elkartaz diye adlandırmıştı. Hava alanından on beş, otogardan
otuz üç, genelevden otuz beş, hal pazarından otuz sekiz, hayvan pazarından yetmiş iki,
buğday pazarından yüz seksen, üniversiteden beş yüz doksan beş, kütüphaneden sekiz yüz
elli sekiz, müzeden iki bin yüz on dokuz kere daha büyüktü Elkartaz. Buna karşılık, Ali İhsan
Asilhanoğlu şehirde arkası olan herkes gibi şehrin eski küçük ceza evine getirilmişti. İki katlı,
kokarca bahçeli eski ceza evinin lise olarak kullanıldığı yıllarda, avlusunda öğrencilerin
üstüne tırmanıp altında top oynadığı bir de yaşlı nar ağacı vardı. Bina, ilk bakışta iki yıldızlı
büyücek bir taşra oteline benzerdi. Halkın buraya “Lale
Palas” demesi bundandı. Ali İhsan Asilhanoğlu, ülkenin her yanında son yıllarda yerden biter
gibi türeyen, derme çatma taşra üniversitelerinden birinde, okumaya düşkün, yazmayı
seven yardımcı öğretim üyesiydi. Halkla pek alış verişi yoktu, buraya Lale Palas dendiğini
bilmezdi. Bu adın, temizliğin yan sıra isteyen herkese her türlü hizmeti vermek üzere
haftada bir kez buraya gelen Lale adlı bir kenar mahalle dilberinden kaldığını söyleyenler de
vardı, binanın lise olmadan yıllar önce özel idare tarafından işletilen bir otel olduğu sıralarda
zamanın özel idare müdürünün laleye olan düşkünlüğünden geldiğini iddia edenler de
çıkardı. Kimileri ise ısrarla ve inatla bu adın özel idare müdürünün karısından (kimilerine
göre karısı değil kapatmasından) kaldığını söylerdi. Özel idare müdürünün kapatması ile
haftada bir gün Lale Palas’a temizliğe giden yosmanın aslında aynı kişi olduğunu, aynı kişi
olmasalar bile muhtemelen aynı aileden geldiklerini (biri ötekinin torunu, ya da kızının
torunu olabilirdi!), her hal ve şartta bu ikisinin kesinlikle aynı hamurdan yoğrulmuş
olduklarını söyleyenler ise çoğunluktaydı. Öğretim üyesi Asilhanoğlu kalem efendisi
sayılmazdı ama kentin her boyayı boyamış bitirimlerinden biri değildi, ayrıca küçük şehir
dedikoduları ile pek işi olmazdı, o yüzden Lale Palas’ın geçmişini bilmezdi.
O gün öğlen üzeri, iki sivil polisin arasında Lale Palas’ın sürme kilitli demir kapısından geçip
nar ağacının önüne kurulmuş ahşap polis kulübesine girdiklerinde içeridekiler sigaralarını
tellendirmiş, Seylan çayı içmekteydiler. Onu getiren polislerden biri Ali İhsan Asilhanoğlu’nu
getirdiklerini söyleyince, içerdeki iki görevli aynı anda yerinden fırladı, ‘Allah tez zamanda
kurtarsın beyim,’ dedi ikisi de birbirleri ile yarışır gibi. Omuzu çökmüş, dişleri dökülmüş olan
görevli kulübeden çıktı, Asilhanoğlu ile iki polisin önüne düştü, talimat gereğince müdürün
odasına doğru yol gösterdi.
Asilhanoğlu’nun amcası ile babası da müdürün odasındaydı. Müdür sandalyede, amcası
müdür koltuğunda, babası müdür koltuğunun karşısındaki divanda oturuyordu. Babası ile
amcasının elini öptükten sonra divana ilişti. Çaylar söylendi. Müdür, buranın beş yıldızlı
otelden pek farkı olmadığını söyleyerek Elkartaz’daki bütün mahkumların buraya geçmek
için her yola başvurduklarını anlatttı. Kendisi burada konuk sayılırdı. İsteklerini yerine
getirmek için emrindeki herkes elinden geleni yapacaktı, kendisi buradaki ufak tefek
kurallara uyarsa her şey daha kolay olacaktı.
Müdür onunla konuşurken amcası başını eğmiş önüne bakıyordu. Bir ara, sayılı günün tez
geçeceğini söyledi. Bunu takılmış gibi üç kez tekrarladı. Babası çok daha suskundu, sık sık
yutkunarak ellerini ovuşturup duruyor, boş boş etrafına bakınıyordu.

Asilhanoğlu Fare Davasını Unutmuş Görünüyor
Buzdolabından çıkarıp bakır bir sahana koydukları yeşil eriği tuzlayarak yerken, olanları
koğuş arkadaşlarına ayrıntıları ile anlatıyordu. Müdürün onu en iyi koğuşlardan birine
verdiğini, bir ihtiyacı isteği olursa gece-gündüz demeden kendisini aramakta tereddüt
etmemesini, bunun için evinin telefonunu da yazdırmıştı, bir kaç hafta sonra göze
görünmeden geceleri eve de çıkabileceğini söylediğini koğuştakilere anlatmadı Ali İhsan
Asilhanoğlu. Müdürün koğuştakilerle çok içli dışlı olmamasını öğütlediğini de söylemedi. Bir
ara nerdeyse uyuklayan amcasına dönerek “o koğuştakiler bir fare için sürüm sürüm
süründürüyorlar beni Beyefendi” dediğini, “hem beni, hem beş çocuklu gariban bir gardiyanı.
Hepsi hepsi bir lağım faresi yüzünden. Bizim yaptığımız o kadar iyiliğe insanlığa karşılık bu
yaptıkları düpedüz haksızlık değil mi Beyefendi?” diyerek yakındığını da unutmuş göründü,
buraya gelişini ayrıntıları ile anlatmayı sürdürdü.
“Evet, olanları anlamış değildim. Onları yanında öğüt üstüne öğüt veriyordu, amcam bir ara
zahmet edip başını kaldırdı, bana döndü, yüzüme mahcup gibi ekşi bir bakışla baktı ‘hiç
meraklanma,’ dedi, kararın bugün yarın bozulacağını söyledi.’’
“Sesi de ezikti. Hakkımda bir karar olduğunu o zaman öğrendim, Bu arada Müdür amcama,
daha büyük bir kente ve daha büyük bir hapishaneye tayin için kaç yıldır beklediğini, bu
dileği için amcamın küçük bir ilgisinin yeterli olacağını, kendisine çoluk çocuk hayat boyu
minnettar kalacaklarını söyledi.
Dileğini bizimkilere birkaç kez yazdırmış olduğunu bir biçimde söyledi, amcam karşılık
vermedi, hiçbir şey demedi. Hep gözü yerde dinledi. Kalkarken:
-Sabredin.. Sabırla koruk helva olur, dedi. Biraz zaman.. Her şey zamanla, her şey sırasında,
zamanında.
Babam bana sarıldığında titriyordu, elini öpmek için uzandım vermedi elini; onun amcamın
elini öptüm, o sırtımı sıvazladı. Çıktılar. Sonra buradayım işte. Amcamın en kudretli
zamanında, yapmadığım bir şey için neden ceza yedim? Benim bir türlü aklım almıyor.
-Belki hükümlü değil, tutuklusundur, dedi Doktor.
-Beyefendi’nin mutlaka bir bildiği vardır, diye ekledi Şef.
-Tatsız bir durum, sen de söyledin ya.. Sizin taziye evinde adam öldürülünce aşiret töresi ile
kanun arasında kalmışsınız, diye başladı Büyük Reis. Yeğenlerimden birinin düğününde
bizim başımıza aynısı geldi. Babam adamlarımızdan birinin on beş yaşındaki oğlunu öne
sürdü. Gelenek işte, bilirsin. Sülalenin güvenilir adamlarından erginlik yaşına varmamış bir
oğlana yıkılır
suç. Karşılığında birkaç kuruş verilir. Asıl katilin hesabı aşiretin sınırları dışında görülür.
Mesele sessizce halledilir. Ama şimdi, neden aileden biri, hele niçin Beyefendinin öz be öz
yeğeni? Üstelik sen yaşça küçük de sayılmazsın. Benim de aklım ermedi. Kaç yıl hüküm
giydiğini biliyor musun?
‘Hayır,’ dedi gözleriyle.
-Yasa gereğidir. Kararı yüzüne karşı okuyup anlatmalıydılar.
-Dedim ya, mahkemeye girmemizle çıkmamız bir oldu, iki dakika; hiç konuşan olmadı.
Avukatım bile bir şey söylemedi.

Koğuşun Seçkin Sakinleri
Koğuş dört kişilikti. Aydınlıktı. Ortada çelik masa, masanın üzerinde kırmızı bir telefon,
birkaç kitap ve bir tomar gazete vardı. Elbise dolaplarının arkası ise mutfaktı. Ocak, kap
kacak, bir tel dolap ve bir de buz dolabı.
Koğuştakilerin üçü de adam öldürmekten hükümlüydü. Koğuş kıdemlisi, şehrin önde gelen
sülalerinden birinin, Şehsuvar aşiretinin reisinin büyük oğluydu. İstanbul’da Galatasaray
Lisesi’nin ardından Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, şehirde avukatlığa başlamıştı. Üniversite
yıllarında üç yıl hemşehri derneği başkanlığı yapmış olan Mehmet Reşat Şehsuvaroğlu’na
meslektaşları “Büyük Reis” derdi. Böyle anılmasına önceleri kızmış, sonra kendisi de
benimsemişti.
-‘Büyük Reis’ lafı en çok babama güç geldi. İlk duyuşunda bağırıp çağırdı, bana küfürler etti.
Sonraları alıştı, boş bulunup kendisi bile “Büyük Reis” diyor şimdi kimi zaman.
Arabasıyla bir çocuk ezmişti. Dört yıl hüküm giydiğini, iki yıldır içerde olduğunu anlattı. Kalın
çerçeveli kahverengi gözlüğünü kırpıştırıp durduğu gözlerinin önüne yerleştirirken güldü.
-Trafik canavarının kol gezdiği bu ülkede üç kişi varmış trafik suçundan yatan. Yeni savcı bize
uğradığında söyledi. Bunlardan biri benim işte, dostum, dedi.
-Kaç yaşındaydı çocuk?
-Dokuz.. Dokuzunda kanarya gibi sarışın bir yavru.
-Üzülüyorsun, dedi Asilhanoğlu.
-Üzülmez olur mu insan! Bir türlü gözümün önünden gitmiyor yüzü. -Temyize gittiniz mi?
-Hayır, temyiz etmedim. Etsem, belki bozarlardı. Ama etmedim. -Niye etmedin?
-Cezamı çekince acım azalır sandım. Aslına bakarsan, buna ceza çekmek denemez. Neyse ki
arada bir keleklikler oluyor.. Değilse, bir tatil yeri gibi burası. Gardiyanlar hizmetimizde, ne
istesek bir koşu gidip alıyorlar. Bizimkilerden gelen giden eksik olmuyor. Sözümüz
sohbetimiz yerinde. Ne olursa olsun.. Birinin ölümüne sebep olmak ağır yük. Çekiyoruz işte.
Kader dedikleri bu herhalde.
Doktor yerinden kalktı, gelip masaya oturdu. Asilhanoğlu’na döndü.
-Onunki de bir şey mi? Benim derdim katmerli, dedi. Vallahi kimseyi öldürmedim ben. Tam
tersine yüzlerce doğum yaptırdım. Ama anasının karnından bir cenin düştü diye bana adam
öldürdün, dediler. Benim durumumda olup da, bırak hüküm giymeyi, mahkemeye düşen kaç
doktor var bu ülkede? Söylesene, kaç doktor var?
Dokuz aylık hamile bir kadını sancı çekerken parası olmadığı için doğumevine almamakla
suçlanmış, üç yıl hüküm giymişti. Yemin- billah ediyor ‘külliyen yalan!’ diyordu. Kendisi ile
geçinemeyen iki ebe ile kadının esrarkeş kocasının yalan tanıklığına dayanarak karar
vermişti mahkeme. Daha iki yılı vardı. Üç çocuğunun doğumunda bulunduğu Belediye
Başkanının yardımı sayesinde Elkartaz’dan kurtulmuş, buraya gelmişti.
Polis kolejinden sonra kamu yönetimi yüksek okulunu bitirmiş namlı bir emniyetçiydi Şef.
Suçu, göz altında ölen bir tutukluya işkence yaptırmaktı. Ona kalırsa, her şey düzmeceydi.
İçeriden dışarıdan gelen yığınla baskıdan bunalan yukarıdakiler uygun bir günah keçisi
bulmak zorunda kalınca, kabak onun başına patlamıştı. Arkalılar koğuşuna bir ara Bakan
olan bir okul arkadaşının yardımı sayesinde gelmişti. On sekiz ay sonra çıktığında, bu kumpasın ardındakileri bir bir bulup çıkaracaktı.
Kebapçıdan gelen ciğerle patlıcan kebabından oluşan akşam yemeğinden sonra çay
demlendi; koyu çaylar içilirken televizyonun tek kanalından haberler izlendi. Olanlarla
yorumlar her zamanki gibi birbirine karışmıştı: Beyefendinin Başbakan Yardımcısı olarak yer
aldığı iki aylık kabine, verilen sözlere rağmen bakan olamadığı ve ülkeye hizmet aşkını
doyuramadığı için hayal kırıklığına uğramış on beş milletvekilinin iktidar partisinden istifa
etmesi yüzünden sallanıyordu. En az on milletvekili başka partilerden iktidar partisine
alınmalıydı, yoksa hükümet düşecekti. Partisinin hükümetten düşmesine yol açan genel
başkan ve Başbakan, yani Patron gidiciydi. Partide yeni lider arayışı ile birlikte milletvekili
avı da hızlanmıştı. Beyefendi Patronun adamıydı, aynı zamanda liderlik için adı geçen
partinin üç dört ağır topundan biriydi, söylendiğine göre teşkilatla iç içe olduğundan delege
tabanında çok güçlüydü.
Haberlerden sonra yerli film vardı. Yığınla yanlışa takılarak, ama gene de beyaz cama
yapışmış gibi birlikte izlediler. Ötekiler filmi izlerken Büyük Reis masanın başında yazı
yazıyordu. Film bitince sordu:
-Yahu, Ankara’daki bu karmaşayla senin buraya düşmenin bir alakası var mı dersin?
-Anlayamadım. Ne gibi?
-Sözgelişi, suçun sana yıkılması Beyefendinin liderlik yarışında şansını artırır mı?
-Ne ilgisi var?
-Bilmem ki, ben bu heriflerin ayak oyunlarından hiç anlamam. Ama hepsi ince hesaplar
yapar, bunu bilmeyen yoktur zaten. Az önceki haberlerle senin anlattıklarını bir araya
koyunca, burada olman belki birilerinin işine geliyor diye düşündüm.
Doktor sessizce onlara bakıyordu. Bu kez ona döndü Şef.
-Sen ne dersin Doktor? İşin içinde böyle bir hinlik olabilir, değil mi?
Doktor yanıtlamak yerine kalkıp masaya gitti; Büyük Reis’in önündeki kağıtlara baktı.
Kağıtlardan birini aldı masadan, biraz okudu.
-Yirmi üç sayfa olmuş.. Vay babam, vay! Gene döktürmüşsün Büyük Reis.. Bu yazdıkların bir
hukuk şaheseri, şerefsizim…
Doktor yeniden televizyonun karşısına oturduğunda, Şef yüksek sesle:
-Söylesene be Doktorum, dedi. Bu işte bir oyun var, diyorum ben de. Sen ne dersin?
-Olabilir Şefim. Ama içinde üç kağıtçılık görmediğin bir şey oldu mu hiç? Kendini bildin bileli
hayatın komplodur senin. Nereye baksan komplo görürsün. Allah için, haklısın da. Herkes
böyle dümen düzen peşindeyken.. Ama hoş görmek lazım, seninkisi biraz da meslek
hastalığı!
-Doğru söyledin be Doktor, dedi Şef. Adamı, yeğeni hapse düştü diye genel başkan yapacak
değiller herhalde.
Sabahın Erinde Miki ile Tanışma
Ertesi gün, yatağının üstüne güneş vurunca erkenden uyandı Asilhanoğlu. Herkes uykudaydı
daha. Mutfak bölümünde Büyük Reis’i fark etti başını hafifçe kaldırdığında. Orada duvar
dibine çömelip oturmuştu. Kendi kendine mırıldanıyor gibiydi.
-Gel Asilhanoğlu, gel de bizim dünya güzeli Miki’yi gör, dedi fısıldayarak.

Yanına iyice yaklaşınca, avucunda küçük bir beyaz peynir parçasını incecik sesler çıkararak
tırtıklamakta olan fındık faresini gördüğünde şaşırdı Asilhanoğlu.
-Bu delikanlının adı Miki, dedi Büyük Reis ona dönerek.
Minik hayvan telaşlı bir iştahla peynirin tadını çıkarırken, Büyük Reis kendisinin
afallamasına aldırmadan keyifle gülüyordu.
-Miki, bu da bizim gibi torpilli bir kader kurbanı. Yani bizdendir. Onu da seveceksin. Yoksa
bacaklarını kırarım. Tamam mı?
Miki ile o sabah öylece tanıştılar.
Xxx
Akşam yemeğinin ardından çaydan önce kahve hazırladı Büyük Reis. Kahveler içildikten
sonra, çayı derlerken o sabah Miki ile buluştuğu köşeye gitti, yine çömeldi, sonra bağdaş
kurup oturdu. Kuş çağırır gibi, onun sabahki sesini taklit etmeye başladı. Miki birden ortaya
çıktı, Büyük Reis’in omzuna tırmandı, vücudunda bir kaç tur dolandıktan sonra, ayak ucunda
durdu; avucundaki peynirle ekmek kırıntılarını kemirmeye koyuldu. Büyük Reis bir bebekle
bir köpekle oynar gibiydi. Asilhanoğlu onun hayvancıkla konularak oynadığını izlerken
şaşırdı. Ama bir şey diyemedi. Biraz sonra Doktor, sonra Şef gitti yanlarına. Miki’yi ortalarına
aldılar, keyifle oynamaya başladılar hayvanla.
-Haydi, delikanlı.. Gel bakayım amcanın avucuna, diye bağırıyordu biri.
-Hay! Aslan yavrusu.. Fırla da göreyim seni, diyordu öteki elini savurarak.
-Ensemi koklayıp durmasana be fındık. İn aşağı, yoksa kırarım kemiklerini.
-Böyle yağlı peyniri kraliçeler bulamıyor yavru.. Koklayıp durma da ye!
-Nazlanma şimdi.. Bir koş da minik tay görsün dünya! Koş bakayım.
Miki duvar kenarlarından ayrılmadan koğuşta epey koşturdu, bir ara Büyük Reis’in avucuna
oturdu. Miki’nin sırtını okşarken durdu Büyük Reis. Avucunu Asilhanoğlu’na doğru uzattı.
-Sen de dokunsana, dedi.
Asilhanoğlu biraz tedirgince baktı. Dudaklarını büktü. Fareye dokunmak garip gelmişti.
Olmayacak şey değildi, ama nedense tuhaftı işte.
-Çekinecek ne var yahu? Çoğu insandan zararsızdır. Haydi dokun! Avucunu ona doğru biraz
daha yaklaştırdı.
-Dokunamazsan konuş bari. Ama bugün konuşursan yarın da dokunursun. Sesine tenine
alışır hemen.
Asilhanoğlu elini kaldırdı, Miki’ye doğru uzattı. Hayvancık ürkerek fırlayıp kaçtı, mutfakta
duvarla döşeme arasındaki bir deliğe girdi. Üçü birden gidip çağırmaya başladılar.
-Miki! Çık oradan..
-Miki! Korkacak bir şey yok yavrum.. Buraya gel..
-Gelmezsen bozuşuruz, haberin olsun!
-Hiç huyu değildir, iki üç çağırmada her nerdeyse çıkar gelir. Şimdi inadı tuttu..
Asilhanoğlu onları gülümseyerek izliyordu, o sırada koğuşun ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı.
İki gardiyanla birlikte Müdür girdi içeri. Üçü birden toparlanıp masaya doğru yürüdü.
Gardiyanlar Müdür’ün işaretiyle dışarı çıktı.
Fare Davası Sonunda Aydınlanıyor

Müdür daha oturmadan sordu.
-N’oluyor beyler, kimi çağırıp duruyordunuz orada?
-Kimi olacak? Cin çağırıyorduk, siz geldiniz.
Şefin gülerek yaptığı dokundurmaya aldırmadı Müdür.
-Cine falan inanacak göz var mı sizde yahu? Olsa olsa, ruh çağırırsınız siz.
-Müdür Bey doğru söylüyor, derken göz kırptı Şef.. Bizim Miki’nin ruhunu çağırıyorduk.
-Evet, evet bizim zavallı Miki’nin ruhunu, diye destekledi Doktor.
Müdürün suratı herkes ona bakarken birden asılınca kısa bir suskunluk oldu. Büyük Reis ona
karşı çok mesafeliydi. Diğerleri de soğuk duruyorlardı, Müdürün “konukluğu” sırasında her
şey, ancak o koğuşta olabileceği kadar olağandı: Müdür koğuşa girdiğinde karşılaştığı
aranma görüntüsünü kurcalamadı, koğuştakiler onu her fırsatta alaya aldılar, ama üstüne
fazlaca gitmediler. Müdürden mümkün olduğunca uzak durmak için çayı Büyük Reis
mutfakta hazırladı, orada demleyip doldurdu ve çaylar içilirken kimse suya sabuna
dokunacak bir şey söylemedi. Pastırma yazı gelip geçmeden, sonbaharın kışa
dönmeyeceğinde kolaylıkla mutabık kalındı. Ziyaretin sonunda Müdür gitmek için ayağa
kalktığında herkes derin bir nefes aldı, ama Müdür kapı aralığında durdu. Masada otururken
göstermediği ekşi bir yüzle Büyük Reis’e baktı.
-Şehsuvaroğlu, sizin fare davası güme gidiyor, dedi.
-Hayırlısı, Müdür Bey, diye yanıtladı Büyük Reis bozuntuya vermeden.
-Sakın temyiz edeyim deme, Şehsuvaroğlu.
-Anlayamadım, diye hafiften diklendi bu kez Büyük Reis.
-Karar yakında gelir. Davayı kaybediyorsunuz, boş yere temyize gitmeyin diyorum. Bunun
anlaşılmayacak nesi var?
-Şeriatın kestiği parmak neyse o Müdür Bey, diye dur anlamında elini kaldırarak bağırdı
Büyük Şef. Ama sen, sen olasın, beni sakın tehdit etmeye kalkmayasın. Tamam mı?
Müdür şaşalayıp kızardı.
-Yanlış anladın Şehsuvaroğlu, diye alttan aldı. Davayı zaten kaybedeceksiniz, temyiz
etmeyin, diyorum. Kızacak ne var bunda?
-O bizim bileceğimiz iş.
-Elbet, size kalmış. Lakin evde çocuklar üzülüyor, o gariban gardiyan nerdeyse korkudan
ölecek. Her gün gelip soruyor. Kapatalım bu işi, bitsin diyorum.
-Kaç kez ben söyledim, kaç kez de Savcı söyledi. Davanın sizinle hiç alakası yok Müdür Bey..
Hayvanı ayağının altına alıp ezen o gardiyan olacak adama da, size de hiçbir şey olacağı yok.
Merak etmeyin.
Asilhanoğlu kafası karışmıştı. Anlamaya çalışıyordu ama araya girmek olmazdı.
-Ama davayı bize karşı açtınız, dedi Müdür. Yani sanık biziz..
-Zavallı Miki’yi o öldürdü. Adam senin emrin altında olduğuna göre ceza davası elbette
ikinize karşı açılacak. Size karşı değilse, kime karşı?
-Biz devlet memuruyuz. İkimiz de.. Emir altındayız biz yani. -Hayvanı öldürün diye emir mi
verdi devlet size?
-Yok, öyle demek istemedim ben.

-Ama sen o herife eline geçirince öldür demişsin, değil mi? Öldürünce bir madalya
vermediğin kalmış ona, bize kendisi öyle dedi. Yalan mı söylüyor?
-İyi de yukarıdan yazılı talimat var, hapishanelerde zararlı hayvanla devamlı mücadele
edilecek diye.
-Mikinin ne zararı vardı sana yahu? Bitle pireyle mücadele etmeyin, Mikiyi öldürün.
-Ama yukarıdan talimat var, diye tekrarladı Müdür.
-O talimatı biliyoruz. Tazminat davasını o yüzden size karşı açmadık, Adalet Bakanlığı’na
karşı açtık, bunu da sen biliyorsun. Ama ceza davası devlete karşı açılmaz ki ilahi Müdür Bey.
Devlete karşı ceza davası açmak olur mu! Devlet hapse konmaz ki yahu!
Büyük Reis her öfkelendiğinde olduğu gibi bağırmaya başlamıştı. Olay var sanan gardiyanlar
paldır küldür içeriye daldılar. Şef ve Doktor, Büyük Reis’i kolundan tutup masaya doğru çekip
götürürken Müdür gardiyanlarla çıktı. Derken yeniden kapıyı açtı, aralıkta durdu:
-İkinci bir emre kadar bu koğuşa görüş yok, diye bağırdı. Asilhanoğlu hariç, diye ekledikten
sonra kapıyı sertçe çekip gitti.
-Canın cehenneme, dedi Şef, yerine oturunca.
Büyük Reis hemen yatışmıştı.
-Boş verin, bu yasak da uzun sürmez.. Gelen giden olmayınca biraz kafamızı dinleriz. Ben
dilekçeyi bitiririm, fırsattan istifade.
-Bu hafta sonu kızım gelecekti benim, diye iç geçirdi Şef.
Asilhanoğlu yatağına oturdu, herkes yerleşince bir süre sessizlik oldu. Miki geldi aklına.
Gardiyanın öldürdüğü hayvan da Miki, değil miydi? Onun adını yanlış mı anımsıyordu?
-Adları aynı. Miki öldürülünce yavrusuna onun adını verdik, diye açıkladı Büyük Reis.
-Davayı kaybediyormuşsunuz, öyle mi?
-Bakma sen Müdür dangalağına. Davayı kazanmak için açmadık ki zaten biz. Miki’yi
kendimize alıştırmak için az uğraşmadık. Bir yıldan fazla sürdü, onca emekten sonra hayvan
sonunda bize alıştı, bizimle oynamayı bile öğrendi. Tıpkı yavrusu gibi.
Hepsi masa başındaydı. İkinci tur çaylar ellerindeydi. Demli çayla koyu bir söyleşinin maya
tutacağı belliydi.
-O bize alışınca yavrusu ile gelmeye başladı. Şurada karton kutudan bir bölme ayırdık onlara.
Çağırınca çıkıp gelirlerdi, kendiliklerinden geldikleri de olurdu.
-Peki sonra, sonra n’oldu?
-Buraya yeni bir gardiyan atadılar. Gölgesiyle bile kavgalı aksi bir adam. Miki’yle yavrusuna
daha ilk günden taktı. Gördükçe iğreniyormuş, korkuyormuş. Koca adam hayvancıktan
korkar mı? Kaç kez söyledik, nasihat ettik, işe yaramadı. Bir gün gözlerimizin önünde
ayağının altına alıp ezdi hayvancığı. Yavrusu deliğe kaçıp kurtardı canını. Günlerce de ortaya
çıkmadı. Hepimiz yıkıldık o gün. Beslediği hayvanı kaybeden çocukların üzüntüden yataklara
düştüğünü filmlerde görmüşsündür. Biz de aynen öyle olduk. Gardiyan desen memnun,
mesut. Yediği boktan gurur duyuyor, Yaptığı barbarlık yetmezmiş gibi ikide bir koğuşa gelip
marifeti ile aptal aptal övünüyordu herif, biz çılgına dönüyorduk tabi. Müdür açıktan
destekçisiydi. Neyse, birilerine bişeyler söyledik, bizim koğuştan uzak tuttular adamı.
Davadan sonra hasımlık oldu deyip Elkartaz’a yolladılar. Bir kaza çıkması işten değildi yoksa.Asilhanoğlu belediyenin sokak köpeklerini cadde ortasında zehirlemesine karşı çıkanlarla
ilgili haberlere gazetelerde rastlamıştı, ama kimse işi dava açacak kadar ileri götürmemişti.
Miki sahipsiz değildi, tamam. Koğuştakilerin sevgilisiydi, bu da tamam. Onun başıboş bir
hayvan olmaması durumu değiştiriyordu, ama bunun için gardiyanın cezalandırılmasını
istemek yine de mantıklı değildi.
Asilhanoğlu aklından geçenleri anlatmadı, sordu:
-Gardiyana öfkelendiğiniz için mi müdüre dava açtınız siz?
-Hayır, sevgili dostum, dedi Şef. Dava açmamızın nedeni bu değil. Cinayet hepimizi çok ama
çok üzdü. Gardiyanla Müdürün tavrı bizi tabii ki kızdırdı. İşin aslına bakarsan, onlar da
yığınla insandan pek farklı değil. Bırak hayvanları, bizim birbirimize karşı bile nasıl acımasız
olduğumuz ortada. Televizyonun istediğin kanalını aç, eline geçen gazeteye şöyle bir bak,
görürsün. İnsanların, insanlarımızın durumu böyleyken kalkıp Miki için ortalığı
karıştırmanın, o iki insanı bu kadar üzmenin manası elbette yok. Bunu bilmez görmez olur
muyuz! Ne var ki..
-Ben de bunu düşünüyordum işte, dedi Asilhanoğlu.
O sırada ellerini boynunda kenetleyerek oturduğu sandalyede ayağını ileri doğru uzatmış
olan Büyük Reis araya girdi:
-Dediğin doğru. İlk bakışta öyle görünüyor. İşin başka bir yanı daha var ama. Dava ile
amacımız hak aramak için yeni bir yol açmak. Ama doğrusu bu da olmadı pek.
-Anlamadım.. Davayı açtınız, ama gene de başaramadınız.. Öyle mi?
Burnunun ucuna kadar inmiş gözlüğünü bir kez daha gözlerinin önüne iterken sandalyesinde
doğruldu.
-Bu aşamada başaramadık daha. Temyizden sonra dava her yanda duyulur, iş kamu oyuna
iyice yansır. İşte asıl o zaman.. Belki birkaç gazete..
-Benim umudum yok valla, diye sözünü kesti Şef. Bizim kör medya olayı görmez bile.
-Biz de başka yollar buluruz o zaman. Neyse, yani bu dava ile biz istedik ki, Miki gibi hakkı
olup olmadığını bilmeyen, hakkını arama gücü, bilinci olmayan dilsiz, ağızsız bir yığın insan
için fare davası örnek olsun.
-Asilhanoğlu kardeşim, bizim kavgayla öç almakla işimiz olmaz yani, dedi Doktor.
-Ben fareler ve insanlar üzerine konuşurken..
Asilhanoğlu’nun sözünü kesti çalan telefon. Doktor kaldırdı ahizeyi, az dinledi, ona uzattı.
Ağabeyiydi arayan. Beyefendinin Ankara’ya uçtuğunu, yas evinin kapandığını, ertesi gün
ziyarete gelmek için
Müdür’den özel izin aldığını söyledi. İstediği bir şey varsa, getirecekti.
-Sağ olasın, her şey var burada, diye cevapladı donuk bir sesle. Yanlış anlama, bence yarın
gelme sen, sonra gelirsin. Bu arada mahkeme kararından bir örnek aldır bana, alınca biriyle
gönderirsin.
Ağabeyi üsteleyince, ‘öyle gerekiyor şimdilik’ diyerek koğuştakilerin karşı çıkmalarına
aldırmadan telefonu kapadı. Sonra Büyük Reis’e döndü.
-Bu dava meselesini anlamakta biraz zorlanıyorum ben.
-Elbette zorlanırsın. Biz bu davanın üzerinde az uğraşmadık. Senin her şeyi yarım saatte şıp diye kavraman olur mu? Kısaca anlatayım sana. Dili bilinci olmayan, canlı olarak dünyaya
gelmesi beklenen bir varlığın bile çıkarlarını koruyor kanun, değil mi? Onun hayat hakkına,
kişilik haklarına özen gösterilmesini ister. Onun haklarını onlar adına başkalarının
savunmasını doğal görüyor. Buraya kadar tamam mı?
-Tamam, anlıyorum.
-Bir çok ülkede çocuğunun gelişmesi için duyarlık göstermeyen anne ya da babanın çocuk
üzerindeki hakkı sınırlanıp kaldırılabiliyor. “Çocuk benim değil mi? Severim de, döverim de,”
diyemiyor kimse. Belli durumlarda toplum, çocuk adına babasına ya da anasına karşı davacı
olabiliyor. Bunu da anlıyor musun?
-Evet, bu da mantıklı geliyor bana.
-Güzel, dedi Büyük Reis. Şimdi biz şunu soruyoruz: Bu örneklerdeki olanaktan neden yalnızca
insanlar yararlanır? Neden yalnız ana karnındaki cenin, ya da yetişkin olmayan bir çocuk söz
konusu olduğunda dili, bilinci, bilgisi olmayanlar için bu haklar söz konusu olur? Neden daha
doğmamış ya da erginlik kazanmamış olmalarına karşın, onlar için birileri davacı olabilsin de
erginlik yaşını geçince durum değişsin.. Yani dili, bilinci olmayan başka insanların veya başka
yaratıkların haklarını da birileri savunabilmeli.. Bu ister fare, ister köpek, ister ağaç, ister
insan olsun..
-İsterse bizim gariban dilek sahipleri, diyerek güldü Asilhanoğlu. -Aynen öyle, diye atıldı Şef.
Vallahi de billahi de öyle.
Kapı vuruldu. Gardiyandı. İçeriye girmedi. Eşikte durdu ve Müdürün onu odasında
beklediğini söyleyince Asilhanoğlu hemen çıktı. Bir saat kadar sonra döndüğünde
koğuştakiler televizyon başındaydı. Siyaset Meydanı’nda ateşli bir tartışma başlamıştı.
-Müdür Beyimiz ne istiyormuş bakalım?
-Sormasan olmaz yani. Şefim, senin başına ne gelmişse bu meraktan gelmiştir, dedi Doktor
ve Asilhanoğlu’na döndü:
-Abin keşke yarın gelseydi.
-Pazar günü kızım gelecekti benim, dedi Şef. Herifin inadı tuttu. Koğuşa geldiğinden beri ilk
kez gülümsedi Asilhanoğlu.
-Müdür Bey torpil için benden yardım bekliyor, onun da bir dileği var. Büyük bir kentin
büyük bir cezaevine atanma işi. Amcama ben dersem, hemen olurmuş..
-Büyük bir caza evine Müdür olunca boyu mu uzayacak herifin? Bir türlü anlamıyorum bu
herifleri, diyerek güldü Büyük Reis.
-Küçük adamların büyük hastalığıdır. Sorumlu oldukları alan ne kadar geniş, emirlerindeki
eleman sayısı ne kadar çoksa, o kadar önemli sayarlar kendilerini.
-Doktorum, diye araya girdi Şef. Bu herifinki o hastalıktan olsa, neyse.. Kalıbımı basarım,
daha büyük cukkalar için istiyordur bu atamayı Müdür..
Gece yarısına doğru herkes yatağına girdi. Işığın sönmesinden az sonra:
-Görüş yasağı yarın akşam bitecek, dedi Asilhanoğlu.
Şef yatağında doğruldu. Kalkıp ışığı açtı. Asilhanoğlu’nun başucuna gitti.
-Doğru mu, doğru mu söylüyorsun?
-Elbette, dedi. Abim de gelecek o zaman.

-Heeyt be, yarından sonra kızımı göreceğim desene!
Mahkeme Kararı Bir Türlü Bulunamıyor
Ertesi gün Asilhanoğlu dava dilekçelerini, verilen yanıtları, kararı, temyiz dilekçesi taslağını
birkaç kez okudu. Başta ters gelmişti ama, dava onu da sarmıştı. Ağabeyi ziyarete geldiğinde,
onunla avluda tur atarken ona Miki’nin ölümünden, yavrusundan ve fare davasından söz
etti. Ağabeyi işin şakasındaydı.
-Demek ki, kedi korkusu olmayınca, insana bile sokulabiliyor fareler, diyerek güldü.
Ağabeyi mahkeme kararını bulamamıştı. Mahkeme katibiyle, avukatla, valiyle konuşmuştu.
Hepsinden eli boş dönmüştü. Aile meclisinin kararı onun da kafasına yatmamıştı. Yas evinde
ölen adamın yas evine birlikte geldiği iş ortağı Ankara’ya dönerken trafik kazasına kurban
gitmişti. Memlekete ölüm kol geziyordu.
Ertesi sabah, mahkeme kararının kendisine bildirilmesi için Büyük Reis’le birlikte yazdıkları
dilekçeyi götürüp Cezaevi Müdürüne verdi Asilhanoğlu. Aynı akşam babası ile ağabeyi
habersiz çıkıp geldiler.
Avludaki meşe masanın etrafında oturdular. Babası huzursuzdu. Bir ara elini cebine attı, bir
yüzük çıkarıp masanın üzerine koydu.
-Nişanı bozdular evlat, deyip boynunu büktü.
-Demek öyle, diye iç geçirdi. Bunca zaman ses çıkmamasından pirelenmiştim zaten.
Pantolonunun arka cebinden deri cüzdanını, cüzdanının içinden kendi gümüş yüzüğünü
çıkardı, nişanlısının vesikalık fotoğrafını da yüzüğün yanına koydu.
-Kızın bir günahı yok evlat. Anası, babası ‘milletvekili olmayacaksa verecek kızımız yok!’
demişler.
-Boş verin, can sağlığı olsun dedi yüzükleri ve resmi elinin tersiyle ağabeyine doğru sürerken.
Kaç yıla mahkum olduğumu bir bilsem.. Ne onda, ne milletvekilliğinde gözüm yok.
Babasının tuvalet için ayrıldığı sırada ağabeyi fısıldadı. -Karar için Müdüre bir dilekçe
vermişsin sen?
-Verdim, nerden biliyorsun?
-Amcam telefon açtı, söyledi. ‘İnsan bir sorar, bir danışır, kafasına göre böyle garip işlere
kalkışır mı?’ diyor. Mahkeme kaleminden karar istememe de çok kızdı. Herkes her adımımızı
izliyormuş. Bu gidişle bir çuval inciri berbat edecekmişiz, dilekçeni geri almalıymışsın. Öyle
diyor.
Başka Cezaevine Sevk Haberi İki Kanaldan Geliyor
-Kaç yıla hükümlü olduğumu o biliyor mu?
-Ne sorsam aynı şeyi söylüyor. ‘Sabredin, sakin olun, bir şey yapmayın, hiçbir yerde
konuşmayın, hepsi geçecek,’diyor. Başka bir şey demiyor.
İki gün sonra öğlen üzeri Müdür yine odasına çağırttı, ertesi gün başka bir ceza evine
gönderileceğini söyledi. Ağabeyi de oradaydı. Müdür odada onları yalnız bıraktığında,
amcasının gece Ankara’dan arayıp aynı haberi verdiğini söyledi.
O gün koğuşta kimseye bir şey söylemedi.
Ertesi sabah erkenden, Miki ile oynamakta olan Büyük Reis’i avluda yürüyüşe çağırdı, haberi
verdi. Büyük Reis önce hayretle baktı ona. Sonra toparlandı.

-Demek gidiyorsun, dedi. Sahi, sizin karardan bir haber var mı?
-Her şey yolunda. Merak edecek bir şey yok, bunu bilsen yeter diye geçiştirdi Asilhanoğlu.
Seni neden çok önceden tanımadım ben?
Kucaklaştılar.
Koğuşa girdiklerinde Şef daha yatağında dönmekteydi.. Uyanmadan önce iki kez sağa, üç kez
sola dönerdi hep. O uyanınca, bağırıp sarsarak Doktor’u uyandıracak, koğuşta hayat
herkesin Miki’nin çevresinde toplanması ile başlayacaktı.
Büyük Reis, Asilhanoğlu’nun kolundan sıkıca tuttu.
-Gittiğin yerden yaz bana. Bir gün döner gelirsin nasılsa. Beni bulmak iş değil.. Seni bulmak
da herhalde zor olmaz.. Burada iyiydik ama. Kısa zamanda bize alıştın , davaya da, hatta
bizim Miki’ye de.
-Bu dava aykırı ama ilginç, yepyeni bir düşünceye dayanıyor. Çok hoşuma gitti.
Şef yatağında doğrulurken Asilhanoğlu’na doğru bağırdı.
-Neymiş o hoşuna giden?
-Açtığımız davayı diyor Şefim. Düşünce yeniymiş, gene de hoşuna gitmiş.
Şef yataktan kalktı, ‘sabah oldu Doktorum, uyan artık!’ diye bağırarak Doktor’un yatağına
doğru yürüdü. Onu sarsarken Asilhanoğlu’na döndü.
-Sana bir şey diyeceğim ama kızmayacaksın.
-Ne dersen de. Kızmayacağım Şef.
-Kusura bakma ama, ben bir Asilhanoğlu’nun bu davayı anlamasına imkan yok, diyorum.
N’olur bağışla beni. Bilmiyorum neden, ama bir türlü inanamıyorum.
Doktor yatağından iniyordu. Başını kaldırıp parmağı ile Şefi gösterdi.
-Senin bildiğin, inandığın ne var ki zaten? Ancak hinlik, dümen.. Derdin, kaygın bu.. Bir de her
sabah bağırarak uyandırmak beni. Adam anladım diyorsa, anlamıştır. Hoşlandım diyorsa
hoşlanmıştır. Niye yalan söylesin ki bize?
-Bence bu meselede Doktor yerden göğe haklı Şef..
-Büyük Reis, sen de siyaset yapma bize şimdi. Bu davayı bir Asilhanoğlu nasıl anlasın?
-Herkesi aynı çuvala koyma Şef.. Hem kimseyi aşağılamaya hakkımız yok. Bu sözlerine
kırılmıyorsun, değil mi? dedi Asilhanoğlu’na. İçinden geleni bu kadar rahat söyleyen adam az
bulunur.
-Bu kadar meraklısı da nadirattandır, diye taşı gediğine koydu Doktor.
-Belki buna da inanmayacaksın ama, seni de anlıyorum dedi Asilhanoğlu. Haklısın, ama her
kuralın istisnası var, denmiştir. Bunu hatırlamalısın. Davadan ne anladığımı söylersem belki
o zaman için rahatlar. Bir şeye, hayvana, insana ilgi duyuyorsak, o bizim dünyamızın yani
varlığımızın bir parçasıdır, diyorsunuz; ona sahip olmasak da, onun var olma hakkı bizi
ilgilendirir. Ona sahip olalım,
olmayalım, ilgilendiğimiz her şey bizim varlık dünyamızın değerli bir parçasıdır. Ona yapılan
saldırılar bizi ilgilendirdiğine göre, onun adına hak ileri sürmemiz için bize ait olması, yani
illa mülkümüz olması, bizim cinsimizden yani insan olması da gerekmez. Davanın esası bu,
değil mi?
-Evet, diye araya girdi Büyük Reis. İşin özü hakikaten bu.

-Her neyse, bugün buradaki son günüm beyler, dedi Asilhanoğlu. Başka cezaevine
gönderiyorlar beni. Bu koğuşu, bu koğuştaki herkesi hatırlayacağım.
-Mikiyi de mi? diye sordu Doktor, onu yerden avucuna alırken.
Amcanın Sarı Zarfı
Asilhanoğlu aynı gün öğlene doğru koğuş arkadaşları ile kucaklaştı, Miki’nin sırtına ilk kez
dokundu, kendisini almaya gelen sivil bir memurla Lale Palas’ın arka kapısından çıktı. Kapıda
ticari plakalı bir otomobil bekliyordu. Araca binerken arka koltuğa yüzükoyun yatmasını
söyleyip sürücü koltuğuna geçen adam bir süre hiç konuşmadı. Yirmi dakika kadar sonra
kentin dışında durduklarında, Asilhanoğlu babasının sesini duydu.
-Kalk da yüzünü göreyim evlat.
Ağabeyi sürücü yerine, babası öne geçti; kendisini Lale Palastan alan adam arkada yanına
oturdu. İlk benzin istasyonunda adam hiçbir şey söylemeden araçtan inince:
-Allah razı olsun amcandan, dedi babası elindeki sarı zarfı göstererek. Bu beladan da
kurtardı bizi.
-O soktu, o kurtardı, dedi Ağabeyi.
-Sen sus.. Sus da gözünü yoldan ayırma. Oğlanın yolu uzun.
Ağabeyinin amcaya kahrı dinmiyordu.
-Artık bizim Kambur Necati’yi milletvekili yapar bu seçimlerde.
Mustafa Necati Asilhanoğlu,’Beyefendi’nin tek oğluydu, hiçbir şeyde dikiş tutturamamış
olmakla nam salmıştı.
-Yahu, sen ne fesatsın be yavrum, Ali İhsan uzağa gidecek, herkes onu hapis bilecek, o zaman
elbet Necati olacak.. Kes sesini, arabayı sürmene bak sen. Oğlan uçağa yetişecek.
Elindeki sarı zarfı uzattı. Asilhanoğlu zarfı açtı. İçinde paradan pasaporta kadar her şey
hazırdı. Onu alanda karşılayacak konsolosluk görevlisi, kalacağı yer, kaydolacağı okul, her
şey tek tek not edilmişti. Tek bir kural vardı, hem zarftan çıkan notlar arasına iki kez
yazılmıştı, hem de amcası bunu sıkı sıkı tembih etmesini söylemişti ağabeyine: Orada
Türkiye’den kimseye
görünmeyecekti. Hiç kimseye. Yoksa büyük rezalet çıkar, tükürük altında kalırlardı. Üç yıl
sonra, belki daha erken bir zamanda elini kolunu sallayarak dönebilirdi.
-Kaç yıla hüküm giydiğimi söyledi mi? -Her şey sarı zarftaymış, öyle diyor.
Asilhanoğlu New York’ta
Koğuş arkadaşlarını, fare davasını, cilt cilt defterlerdeki sonu gelmez dilekleri arada bir
düşünerek kimseyle yazışmadan iki buçuk yıl memleket hasreti ile yaşadı New York’ta. Bir
yıldan sonra dile ve kente alışmıştı, yazıldığı bir üniversiteye dünyanın dört bir yanından
gelmiş öğrencilerden birkaç arkadaş da edinmişti. Peru’dan büyük bir çiftlik sahibinin oğlu
Pedro en yakınıydı. Onun da çiftlikle, çiftçilikle başı hoş değildi. Doktor olmak istiyordu.
Kendisi gibi o da, hem paralıydı, hem eğlenmeyi seviyordu.
Bir gece yarısı, Manhattan’dan çıkıp Bronx’ın tekin olmayan bir caddesine girdiklerinde
üstlerine çullanan üç kişiyle boğuştukları sırada, yanından hiç eksik etmediği kemik saplı
bıçağı ile saldırganlardan ikisinin karnını biraz derinden deşince hapishaneye düştü Pedro.
Asilhanoğlu görüş günlerinde okulu asıp onu görmeye gidiyordu, okuyacak yiyecek bir şeyler götürüyordu. Ona karşı duyduğu gönül borcu Pedro’ya o kadar sıkça gitmesinin
sebeplerinden biri hatta önde geleniydi ama, bunda oranın kendisine Lale Palas günlerini
anımsatmasının payı da vardı.
O ziyaretlerden birinde, koğuştakilerin sevgilisi olan Morris adlı bir fındık faresinden söz açtı
Pedro. İnanılmaz numaralar yaparak herkesi kahkahadan kırıp geçiriyor, üstelik kendisine
söylenen her sözü anlıyordu. Koğuşta fare beslemek kurallara aykırıydı, herkes hayvancığı
gardiyanlardan gizleyip korumak için elinden gelenden çok fazlasını yapmaya nasıl da
gönüllüydü! Onu korumak suçtu aslında. Ama böylesi bir suç ortaklığının kendine has
asaletini koğuştakilerle paylaşmak şahaneydi. Pedro da Morris’le yakınlık kurmaya
başlamıştı. İçerideki en büyük keyif onunla oynamaktı. Asilhanoğlu onu hayretle dinledi.
Sonra da, Lale Palas’tan, Miki’nin yavrusu Miki’den, fare davasından, müdürden ve
gardiyandan söz etti. Amcasının ülkedeki gücünü, dilek defterlerini anlattığında ise Pedro
hayretten dona kaldı. Fal taşı gibi açılmış gözlerini devirerek gülerken:
-Sanki bizim oralarda çekilmiş bir filmi anlatıyorsun, dedi. Fare davası hariç ama.. Bizim kıta
baştan başa bu anlattığına benzer kokuşmuş hikayelerle dolu.
Uyuşturucu ticareti yapanlarla ortak çalışan bakanları, ikinci iş olarak katillik yapan polis
şeflerini, emniyet müdürlerini, sırf devlet malını yağmalamak için her türlü yalan dolanla
particilik yapan politikacıları, onların işbirlikçisi papazları, bilim adamlarını, hocaları,
yargıçları, her fikirin yandaşı yazarları anlattı. Oralarda sürüp giden çılgın talandan pay
almaktan başka istekleri olmayan ve küçük bir menfaat için her şeyi yapmaya, her
ahlaksızlığa katlanmaya ve bunun için birbirleri ile acımasızca rekabet etmeye hazır insanlar
insancıklar vardı. Adına halk denen yığınlar.
-Bilinçsiz, bilgisiz yığınlar, diyerek araya girdi Asilhanoğlu.
-Adamlar yoksulluk içindeler, ekmek peşindeler, gelecek peşindeler. En küçük bir fırsat bile
bu yüzden çok değerli.
-Ama o küçücük fırsatlar geleceklerini çalıyor onlardan, nasıl görmezler bunu?
-Bu soruyu babama sordum ben bir keresinde dedi Pedro. Babamın cevabını hiç unutmam.
-Neydi cevap?
-Sen hiç yoksulluk yaşamadın ki yoksulun hayata nasıl baktığını anlayasın. Ben yoksulluğun
en dibini bilirim, açlıktan kendi evlatlarını yiyenleri gördüm. Ben onları biraz anlarım.
Xxx
Asilhanoğlu birkaç arkadaşıyla birlikte daha ılık bir denizde yüzmek ve Hollywood’u görmek
için o hafta sonu Batıya uçtu. Bu yüzden ancak üç hafta sonra Pedro’ya yeniden gidebildi.
Pedro dostunu dört gözle beklemişti. Onunla konuşacakları vardı, zamanları ise çok kısaydı.
Pedro’nun sekize bölünmüş gibi duran kaygılı yüzünü görünce, Asilhanoğlu ne gezisinden söz
açabildi, ne de halkı bilinçlendirmek için her ülkede aydınlara düşen görevler konusunda
gezi boyunca düşündüklerinden söz edebildi.
-Çabuk, dedi Pedro, o davayı anlat bana.. Hani şu Miki’nin ölümünden sonra sizinkilerin
açtıkları fare davasını.. Aklında ne kalmışsa söyle bana. Koğuştakiler senin gelmeni bekliyor.
Hadi, öyle şaşkın şapşal bakıp durma da anlat!
-N’oldu Pedro, ne oluyor? Yavaş biraz.

-On gün önce gardiyanın teki Morris’i koğuşta görünce, yakaladığı gibi tuvalete atmış
hayvanı, ardından çekmiş sifonu..
-Deme yahu.. Şimdi n’oluyor?
-Koğuştakiler resmen bunalımda. Altı psikiyatrist sabah akşam geliyor, adamlarla
konuşuyor. İçlerinden biri tam piliç ama. Neyse, şimdi mesele şu. Ben senin anlattıklarını
koğuştakilere çıtlatınca hemen kafaları yattı. “Oralarda olursa, burada neden olmasın?”
diyorlar. Anlayacağın, dava açacağız. İşin gırgır yanı ne biliyor musun?
Asilhanoğlu aval aval bakarken Pedro kahkaha atarak sorusunu kendi yanıtladı:
-İçeride biri Harvard’dan, tam üç hukukçu var. Ah, keşke arada bir anlaşabilseler!
O akşam Lale Palas’ta aldığı notları arayıp buldu, uzunca bir dilekçe taslağı hazırlayarak
ertesi gün Pedro’ya iletsinler diye hapishane görevlilerine verdi.
Memleketten Haber Var
Ağabeyi ona yolladığı mektuplarda memlekette olanlardan kısaca söz ediyordu. Genel
Başkanlık yarışı daha açılmamıştı, bozulup iki ay içinde kurulan yeni kabinede amca yine
bakandı, Lale Palas’ın Müdürü Adana’nın Elkartazına atanmıştı, Neco ile en büyük amcasının
oğlu arasında seçime üç gün kala büyük kavga çıkmıştı, kavgaya kardeşlerle yeğenler de
karışmış, silahlar çekilmişti, arada bir kurşunla ölen sekiz yaşındaki bir kızın babasına kan
parası verilmiş, iş kapanmıştı, bu arada Kambur Neco kırdığı binbir potla milletvekili
olmuştu. Ve kötü bir haber: Eski nişanlısının İstanbul’a kaçtığı söyleniyordu, ama kızın
annesi kız için “Ankara’da hastanede” diyordu.
Gelen son mektuba “Memleketin Sesi” gazetesinin bir ay önceki sayısından resimli bir haber
eklenmişti. Şehrin ana caddesine asılmış bez bir pankartın üstündeki yazıya bakan bir
kalabalık görülüyordu resimde. Yazıya dikkatle baktı, güçlükle da olsa sonunda okudu:
“Miki Davasından Haberiniz Var mı?”
-Aferin sana be Büyük Reis, diye bağırdı ayağa fırlayarak. Aferin sana!
Yazıyı çözer çözmez böyle bağırınca okulun küçük kantininde öğrenciler dönüp kendisine
tuhaf tuhaf baktılar. O özür diledi, bir sorun olmadığını söyledi bakanlara. Birkaç kişi
gülümsedi, bir kaç kişi güldü.
Resmin yanındaki kısa haberde, “kentin ortasına boydan boya asılan koca pankarttaki bu
sloganın hangi anlama geldiğini kimsenin bilmediğini, pankartı asanların amacının ticari mi,
siyasi mi, yoksa cinsel mi olduğunun henüz saptanamadığını, ilgili makamların konuyu
araştırmayı sürdürdüklerinin öğrenildiğini” okuyunca kendini unutup bu kez haykırır gibi
gülmeye başladı. Ayağa kalkmış karnını tutarak gülüyordu.
-Ticari ya da cinsel öyle mi?.. Ticari ya da cinsel ha?
Birden herkesin kendisine baktığını fark etti. Kitaplarını, çantasını topladı. Mektubu cebine
koyup çıktı.
İkinci Fare Davasında Karar Çıkıyor
Morris’in ölümü nedeniyle New York’da Pedro ve arkadaşlarının açtığı fare davasının
sonucunu, memlekete dönüş için uçak bileti aldığı gün Pedro kendisini telefonla aradığında
öğrendi. Dava beklendiği gibi beraatla sonuçlanmıştı; ancak yargıç, ileri sürdükleri “yalnızca
insanlar arasında değil doğanın her öğesi ile insanlar arasında eşitlik” ilkesine de “kişinin başkaları için de davacı olma hakkının doğal haklardan biri olduğu savına” da karşı
çıkmamıştı. Verdiği beraat kararını ise, Morris’in bu yönde açık bir isteği olmadan koğuşta
bulunmuş olmasına bağlamıştı. Bu gerekçe, davada öne sürülen yeni bakış açısını
reddetmemişti. Önemli olan buydu.
-Morris büyük bir keyif alarak oynuyordu bizimle.. Koğuşta kedi de yoktu. Gene de Morris’in
koğuşta isteğine aykırı olarak alıkonulduğunu nereden çıkarıyor bu yargıç? Anlamak
mümkün değil, dedi Pedro.
-Peki, şimdi ne yapacaksınız? Temyize gitmeyecek misiniz?
-Bizimkiler, temyizden önce aynı yargıçtan bir açıklama kararı isteyelim diyor.
-Neyin açıklaması?
-Bir hayvanın isteğinin nasıl berraklık kazanacağının açıklanması. Çünkü kararın odağında
bu sorun vardı.
Pedro, kararın bir örneğini ona yollamaya söz verdi o gün.
Memlekete döndüğünde Asilhanoğlu üç yıldır tasarladığı o işe girişti. Birkaç gün içerisinde
bulabildiği ne kadar dilek defteri varsa hepsini topladı, evine taşıdı. Tam yirmi gün, evden hiç
çıkmadan masasına oturdu ve yazdı. Anası onu odasına kapatan uğraştan habersizdi, “benim
oğlana gurbet ellerde bir haller olmuş” diye yakınıyordu. Babası çok yaşlanmıştı. “Kendine
gelmesi için zaman gerek. Gurbet elde hasretle o kadar yıl durmak, kolay mı?” diyordu.
Yazmayı bitirdiğinde, cilt cilt dilek defterlerini masasının üzerine dizdikten sonra iki gün
derin bir uyku çekti. O uykudan nicedir unuttuğu bir dinginlikle uyandığı güneşli sabahtan
altı gün sonraki hafif sisli bir sonbahar sabahı kentte beklenmedik bir şey daha oldu:
İşyerlerini besmelelerle açmak için dükkanlarına giden esnaf, şehre alışverişe inmiş köylüler,
okul yoluna düşmüş çocuklar, yorgun uyanıp uykulu gözlerle dairelerinin yolunu tutmuş
memurlar, kentin göbeğinde Hanönü Meydanına geldiklerinde bir bez pankart daha
gördüler. Bir zamanlar gümrük işlerinin yönetilmiş olduğu, şimdi çay ve oyun bahçesi olarak
kullanılan adına bahçe dense de yüz yaşında birkaç Çınar’dan başka yeşili olmayan bu
kocaman hanın uzun taş duvarını baştan başa kaplayan pankartın üzerinde şu yazı vardı:
“Dilek Defteri Davasını Duymadınız mı Daha?”
Pankartı okuyan herkes bir yazıya, bir yazıyı her görenin bir süre için nasıl put gibi
kesildiğine bakıyordu. Üç ay kadar önce “Miki’nin Davasından Haberiniz Var mı?” yazısını
taşıyan ve nihayet Ankara’dan gelen talimatla halkın yoğun alkışları arasında polis aracı ile
indirilen pankartın üç gün asılı kaldığı o yerle Hanönü Meydanı arasında beş yüz metre vardı.
Meydandaki pankart haberini köyünde alan Büyük Reis:
-Bu işi de sulandıracak şerefsizler, dedi önce.
Sonra birden bir şeyler anımsamış gibi olduğu yerde durdu. Kendi kendine “dilek defteri..
dilek defteri davası..” diye söylenirken gözleri parladı.
Memleketin Sesi Çıkıyor
İkinci pankart olayından üç gün sonra “Memleketin Sesi” gazetesinde şu başyazı çıktı:
“Bazı kirli ve gizli ellerin barış ve huzurdan başka bir dileği olmayan bu memleket evlatlarına
karşı hain bir komplo hazırlığı içinde olduğunu bir kere daha dehşetle görüyoruz. Allah onları
ıslah etsin, layıklarını versin. Son altı ayda küçük-büyük, köylü-kentli, kadın- erkek herkesin görebileceği yerlere asılan iki pankarttaki kelimeler ne kadar ustaca gizlenmiş olursa olsun,
verilen haberler ne kadar masum görünürse görünsün, bozguncuların emelleri gibi bu
gayretleri de şuurlu, namuslu, mütedeyyin ve üstün ahlak sahibi hemşehrilerimizin
dikkatinden kaçmamaktadır.
Güzel lisanımızdaki en edepsiz kelimeyi bir farenin takma adının arkasına saklamışlar, iffetli
kadınlarımızın adlarından birini kötü kadınlar için hep kullanılan defter ve dava kelimeleri
ile birlikte kullanmışlar. Bu utanmaz şaşkınlar bizi kandırmanın mümkün olmadığını
mutlaka bildiklerine göre, aslında ne yapmak istiyorlar? Hemşerilerimizin kafasını
karıştırmak istiyorlarsa bunu başaramazlar. Peygamberler, evliyalar ve kahramanlar yatağı
bu memleket üç beş kendini bilmezin pankartıyla yıkılmaz. Ankara’dan emir beklendiği için
pankartlardan birinin üç gün, ötekinin ise dört gün asılı kalmış olmasına esef eden çok
sayıda hemşerimiz vardır, onların hissiyatı isabetlidir. Ama, bunların emir gelir gelmez
kaldırılarak şuurlu halkımızla birlikte yakılıp imha edilmiş olması asıl ehemmiyetli olan
husustur.
Bu iki pankartın aynı bozguncu ellerin marifeti olduğu gün gibi aşikardır. İkinci pankarttaki
beş kelimenin beşinin de “D” harfi ile başladığı, ne bizim ne de konu üzerinde titizlikle duran
ve bunun için lüzumlu bütün tedbirleri almış bulunan memurlarımızın dikkatinden kaçmış
değildir. Bu durum pankart asma işinin bozguncu bir örgüt olan “Devletin Düzenini Devrimle
Değiştirelim Diyenler” tarafından yapıldığını tereddüte mahal bırakmadan göstermektedir.
Netice olarak şunu söyleyelim ki bozguncuların gayretleri boşa gidecektir, onların güçleri
hemşerilerimizin huzurunu bozmaya hiç bir zaman kafi gelmeyecektir. Bunu bilmeyenler
yakın zamanda öğrenecektir.”
Kaliforniya’da Ağaç Davası
Pedro’dan gelen zarfta, Morris davasıyla ilgili mahkeme kararı ile ekleri ve kısa bir not vardı.
Pedro, Kaliforniya’da kesilen bir ağaç adına açtığı davada bir bilim adamının Miki ve Morris
davasını örnek gösterdiğini, mahkemeye yaptığı başvuruyu hazırlarken Morris davasındaki
dilekçeden yararlandığını anlatıyordu.
Morris davası ile ilgili kararın yazılı gerekçesi Pedro’nun telefonda söylediği gibiydi. Ancak,
kararın ekleri arasında bir şiir bulunduğunu fark ettiğinde Asilhanoğlu gözlerine inanamadı.
Yargıcın kararına eklediği şiir, İskoç şairi Robert Burns’ın 1785 Kasımında yazmış olduğu “Bir
Fareye” adını taşıyordu.
Şiirin yazılış öyküsü şöyleydi: Bir gün şair tarlada yardımcısı ile birlikte çalıştığı sırada bir
farenin önlerinden telaşla kaçtığını görür. Elindeki araçla onu öldürmek için farenin ardına
düşen yardımcısını şair durdurur ve ona “o farecik sana ne kötülük etti?” diye sorar. Bu
olaydan sonra bütün gün hiç konuşmaz, bir yana çekilip derin düşüncelere dalar. Geceleyin
yardımcısını uykusundan uyandırır, ona o gün yazmış olduğu “Bir Fareye” adlı şiiri
okuduktan sonra sorar:
“O Fare Hakkında Şimdi Ne Düşünüyorsun?”
Asilhanoğlu şiiri tam olarak çözememişti, ama şairin fareye seslenişinde insanların doğaya
egemen olması ile birlikte doğadaki dengenin bozulmasından üzüntüyle söz ettiğini, bu
yüzden ondan özür dilediğini ilk okuyuşta kolayca anlamıştı. Böyle bir şiiri kararına ekleyebilen yargıç nasıl biriydi acaba? Bir olayı yargılarken hem hukukun, hem şiirin
penceresinden bakabilmek için yargıç çok birikimli ve güçlü olmalıydı.
Şiiri biraz daha iyi anlamak için yeniden okurken yargıçtan sonra amcasını düşündü. Yakında
yazılacak kimi hukuk kitaplarında yalnızca hukuk ve adalet anlayışını genişletmek,
toplumsal yapıyı barışçı yollarla geliştirmek amacıyla açılmış davaların incelendiği yeni
bölümler yer alabilirdi. Sözgelişi “Şiirsel Davalar” adını taşıyabilecek böyle bir bölümde Miki
Davası, Morris Davası, Dilek Defteri Davası, Ağaç Davası gibi davaların hukuk tarihinde bir
çığır açtığı anlatılırken “Beyefendi”nin bu gelişmeye olan katkısına yer verilmeyecek olması
haksızlık olmayacak mıydı? Seçim meydanlarında verilmiş sözlerin tutulmamasını, yas ya da
düğün evlerinde yazılmış dilek defterlerinin mahzenlerde çürüyüp gittiğini ilan eden ve
hayata bir şeyler katmak için deftere dilek yazdırmaktan başka yolların da bulunduğunu
duyurmak isteyen Dilek Defteri davasının bizzat Amcaya karşı açılmamış olması eksiklik
değil miydi? Bu arada, dilek sahiplerini bilinçlendirmek için onlara karşı dava açmayı neden
kimse düşünmemişti ki?
Ağzında köpük, gemlerini kemirerek kişneyip duran doru atının üzerinde Büyük Reis’in
köyüne gitmek için yola çıkarken Asilhanoğlu’nun kafasında bu sorular vardı, çevresinde el
pençe divan durmuş köylüleri ise ağalarından buyruk bekliyorlardı.
Niçe ağladığında
Torino atı
Ben aptalım.
Doru atın Torino atı ile akrabalığı.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir