Devletin Altın Vuruşu

Altın vuruş tamlamasının kökenini muhtemelen bilirsiniz: Uyuşturucunun ölüme yol açacak biçimde
son kez aşırı dozda alınması. Aynı söz, son zamanlarda zevki zirvesine çıkarmak veya bir sorunu
kökten halletmek manasını da kapsar oldu.
Devletin altın vuruş yapmasını isteyen inşaat sektörü temsilcisinin önerisini seslendiren ekonomi
yazarı da aşağıdaki haberde nitelemeyi bu son anlamı ile kullanıyor olmalı. Devlet piyasada şu
sıralar yüzde otuza yaklaşan kredi faizlerini gayri menkuller için yüzde sekize indirsin. Farkı
devlet(vatandaş) ödesin. Böylece sektör kurtulsun. Bu yapılırsa memleket hayrınadır, öyle diyorlar.
Ayrıntısı Vahap Munyar’ın bugünkü Hürriyet’e yazdığı haberde var.
Bu uygulama ile sektör kurtulup ekonomi toparlanır mı, yoksa sektörde firmalar ve onların sahipleri
krizden yarasız beresiz kurtulurken aşırı miyopik dozdan ekonomi biraz daha mı çöker!! Meselemiz
bu sabah budur.
Yazarın sözlerine cömertlikle yer verdiği inşaat sektörü temsilcisi tabii ilkine inanıyor. Bana kalırsa,
önümüzdeki tabloda kesinlikle ikincisi geçerli. Sıfırcı hocaların pek sevdiği art arda iki ünlem işaretini
yukarıda soru işareti yerine bu sebeple kullandım.
Lafı gevelemek gereksiz. Üç beş ay önce ülkemiz muhtemelen tarihimizin en büyük krizinin eşiğine
geldi, bugünlerde o eşiği geçti. Ürkütücü krizin temel sebeplerinden biri ve belki birincisi görünüşte
altın gerçekte ise vahim ve hatta öldürücü olan bu çeşit vuruşları çok sevmemiz ve son beş yılda,
her cenahtan uyarıya rağmen, o vuruşları hoyratça ve tepe tepe kullanmamız. İtiraftan kaçınmanın
faydası yok. Günahımız aşikar derecede belli. Kaynağı olmayan harcamalar yapmak, iç veya dış
alemden borçlanıp tüketmek, alınan borçları bu arada özelleştirme gelirlerini ihracat pazarına
çalışan üretken yatırımlara yönlendirmek yerine düpedüz israf etmek. İthalatta sınır tanımamak.
Parayı betona gömmek bu günahlardan birkaçı.
Kısacası, imkanlarımızın elvermediği bir biçimde tüketip yaşıyoruz. Sanayileşmemiş, işsizlik
sorununu çözememiş, kaynak yaratamayan bir ülkeyiz, ama refah toplumu gibi tüketiyoruz. Sürekli
borçlanarak elbette.
Her zaman ve daima sonucu ne oluyor bu akılsız gidişin? Enflasyon. Ucuz ve kolay paranın, hesapsız
ithalatın, cari açıklarla beslenmiş seçmen rüşvetlerinin yol açtığı bütçe açıklarının ardından hemen
bir güzel semirip dişlerini keskinleştirmiş bir halde kafesinden fırlıyor enflasyon canavarı. Cari açık
meselesine, onun enerji açığımızla yakın ilgisine, ülkenin petrol bağımlılığına, yenilenebilir
kaynaklardan enerji üretmek için bu kadar geç kalışımızın altındaki dangalakça garipliklere ve israflara yolsuzluklara burada girmiyorum. İnşaat sektörünün burdan köye beton yol olacak
günahlarını da sayıp dökmeyeceğim. Hazineden destek ve yardım isteyecek kadar zayıf duruma
düşmüş garibana günahlarını anımsatmak, bu çaresizliğin sebeplerinden birinin de kendisi
olduğunu anlatmak ne adilce ne asilce olur. Yazıyı inşaat sektörünün çıkmazına önerilen formül
konusu ile sınırlı tutmak için yapıyorum bunu. Yoksa işlenen günahlar bağışlanabilir olduğundan
değil.
Sektörün sayın sözcüsünün kendi çıkarına bir önlemi toplumsal talep haline gelmesi için savunması
elbette haktır, buna şaşılmaz. Gazeteci onun bunu seslendirmesine aracılık edebilir mi? Eder. Ama
konuyu başkalarına da sorması, onların da görüşünü yansıtması sorumlu ve dürüst gazetecilik
gereğidir. Ne var ki, yandaşlığın mecburi ve kural hale geldiği bir ortamda bunları gazetecilerden
artık bekleyemez olduk, sektörün sözcüsünden böyle bir özeni beklemek ise düpedüz saflık olur.
Kaldı ki Sözcü, hazineden menfaat sağlamak gibi bir suçlamaya da muhatap kılınamaz, çünkü
dediklerine gerçekten inanıyor olabilir.
Aslına bakarsanız meseleye bütünsel bakmayan çok kişi ilk bakışta bu çözümü akıllıca bulabilir. Ne
yazık ki, yurdum insanının garip bir meziyetinden herkes gibi bence sözcü de fena halde
nasiplenmiş görünüyor: O da resmin bir parçasına ve çok yüzeysel olarak bakıyor, veri şartlarda o
da bütünü görecek durumda değil. Serdi bir vuruş, hatta altın vuruş. Zaten bir sektörün kendine
uygun tezler için kamu oyu oluşturmaya çalışması ayıplanabilir ama suç da sayılmaz. Aşağılama
olmasın diye, sektörün soruna sadece kendi çıkarı açısından bakmasına hainlik de diyemezsiniz,
körlük de hoş olmaz, bunların yerine kolaylıkla ve kibarca miyopluk diyebilirsiniz.
Başına inen kuş dışkısında talih bulan, bilmem hangi hocanın sattığı terlik sayesinde peygamberi
düşünde göreceğine inanan, yılbaşı çekilişlerinde kilometrelerce kuyruk oluşturan sürrealist tabiatlı
yurdum insanında mebzul miktarda rastlanan bu marazın varlığı bu sebeplerle o düzeyde belki
anlaşılabilir ama sektör için hiçbir durumda onaylanamaz.
Devlet yönetiminde ise böylesi bir marazın söz konusu bile olmaması gerekir. Bunu maraz demeyi
saflık sayıp hiyanet ve hatta delalet olarak niteleyenler de elbette arada bir çıkar, bu da onların
hakkıdır. Her ne hal ise, aynı maraz giderek şiddetlenerek yıllardır her düzeyde gırla devam edip
gidiyor. Mesele bu yüzden vahim ve bu yüzden yapısal. Değilse, devletin yapacağı altın vuruş
sayesinde sektörün büyük bir derdi çok daha büyümeden halledilsin gibi bir öneriye sabahın bu
saatinde bu kadar uzun bir yorum yazmak gerekmezdi. Hançer yarasını ne zehirle ne kerpiçle
kapatamazsınız beyler, şekeri kontrol etmenin yolu diyettir her yemeği tıka basa mideye indirmek
değil, beyin tümöründen pansumanla kurtulmanın imkanı yoktur, beyin kanaması ile gelecek krizi
bu şekilde engelleyemezsiniz dostlar, der geçerdim.
Ama bu inşaat meselesi, epeyce yaygın bir bir hastalığın asıl kaynağını net olarak gösteren net ve
çarpıcı bir örnek, üstelik yapılan öneri hastalığın analizine de imkan verdiği için analiz amaçlayan
yazıya cuk oturuyor. Dahası, kucağımızdaki krize yol açan sorunların en somutlaştığı alanlardan biri
inşaat sektörü. Vergisi algısı, yalan beyanı, düşük kadevesi, imar planı oyunları, rantlar ve kaçak
yapılar, imar suçları ve afları ile devasa bir gösteriş tüketimi. Sporla, siyasetle iç içe. Hepsi ve tamamı
tekmili birden inşaat dediğimiz sahada.En büyük israfın ve en aşırı vergi kaçağının olduğu alandır bu. Ne mi diyorum? Nerden mi biliyorum?
Aldığı dairesinin bedelini doğru gösteren mi var? Emlak vergisi beyanınındaki rayiç bedeli veya alım
satımda harca esas asgari bedeli doğru tesbit eden belediye mi var? Bu aldıkaçtılığa çekidüzen
vermeye çalışan bir maliye mi var? O büyük servetlerden vergi alarak ülkede zaten kıt olan
tasarrufları daha üretken alanlara yönlendirmeyi planlayan bir kamu otoritesi mi var?
İnşaat sektörü popülizm batağındaki sorunlar yumağını sinesinde taşıyor. Belki kalıcı ve akıllı
çözümler için ilk ele alınması gereken alan orası. Er geç oraya gelecek bu memleket. Bunlar şimdilik
bir yanda dursun.
Gerçekten devlet faiz farkını üstlensin mi?
Bu bir doğru karar mı, yapılsa işe yarar mı? Derdim şimdi bu sorular.
Kısa tutmak istiyorum. Birkaç karşı soru meramımı açıklar:
Faiz desteğinin ülke ekonomisine maliyeti her satılan konut ve işyeri değerinin yaklaşık yüzde
onbeşi olacak. Ülkede 300 bine yakın bitmiş konut var. Bunlar satış bekliyor ki bu faizlerle imkanı
yok. İyi de, faiz farkını devlet karşılayacaksa, bu nedenle doğacak bütçe açığı nasıl kapatılacak?
Böylece doğacak ek açık için ek vergiler alınacaksa kimden veya neden alınacak? Almayacaksa,
şahlanacak enflasyon canavarı kimleri daha çok vuracak?
Peki, enflasyonun iktisadi ve sosyal maliyeti hesapsız inşaat yapan müteahhidi toptan kurtarmanın
faydasından daha düşük müdür gerçekten?
Lütfen anlayın artık: Devletin harcayacak parası yok. Tersine, tasarruf etmek zorunda hem de
herkes çok tasarruf etmek zorundayız. Ödenecek borçlar var. Borçlanma maliyeti aldı başını gitti.
Kredi faizlerimiz yiyip bitiriyor bizi. Kimse artık kredi de vermek istemiyor. Ödeyemezler diye
düşünüyorlar. Risk primleri tarihi rekorlarda. Anlasanıza. Döviz faiz enflasyon hep birlikte o yüzden
uçuyor. Papaz aldı kız uçtu, damat enflasyonla top ve yekün yani topyekun mücadelede oyunu
gözünüzden kaçırmasın gerçekleri.
Harcamak hep ve sürekli harcamak. İşlerin yolunda olacağını veya böylece yoluna gireceğini
beklemek. Akla zarar bir durumdur bu. Meseleyi kökünden halletmek dediğiniz aşırı doz uyuşturucu
ile intiharı seçmek değilse, hastalığa yol açan meretin dozunu artırarak sorunu çözmezsiniz, tam
tersine daha büyük bir çöküşü kaçınılmaz kılarsanız. Kansere kemoterapi gerek, daha fazla sigara ve
şeker değil. Amacınız gerçekten hastayı yaşatmaksa tabi.
Yurdum insanı zaten görmez bunu, iktidarı ile muhalefeti ile siyaset de görmez ve gördüğünde
göstermek istemez.
Bu yüzden on veya onbeş senede bir batarsınız. Artık bence bu sorun ülkemiz için geçici çözüm
eşiğini aştı, çünkü çapulcu tavır toplumsal çılgınlık boyutuna ulaştı. Tüketmek ve borçlanmak her
siyasal partinin oy kazanıp iktidar olmak uğruna sorumsuzca körüklediği gözü dönmüş bir çılgınlık
haline geldi.

Kulağınıza pek hoş gelemeyecek biliyorum ama söylemem gerek. Dürüst bir kamu yönetiminde var
olmayan kaynak harcanmaz. Yeni bir harcama artışı öneren her kimse, bunun hangi kaynaktan ve
nasıl karşılanacağını gösterir, göstermek zorunda olmalıdır. Kamuda veya devlette kaynak bulmak
deyince, ya bütçede belirlenmiş bir harcama kalemini keseceksiniz yani o harcamayı
yapmayacaksınız; veya gelir artırıcı bir öneriniz olacak, yani ek bir vergi getireceksiniz veya var olan
verginin oranını yükselteceksiniz. Ne haberi yazan ekonomi yazarı, ne öneriyi yapan inşaat sektörü
temsilcisi böyle bir gereksinim duymuyor. Faturayı kim ödeyecek, bu onların meselesi değil. Önemli
olan devletin herhalde yerden veya ağaçtan topladığı paralarla kendilerine destek vermesi.
Utanılacak ve gülünecek bir basitlikte bu. Ülkemizde ne yazık ki sözüm ona devlet adamlarında bile
böyle bir bilinç yok. Kıt olan kamu kaynaklarını har vurup harman savurmak herkes için çok normal.
Devlet malını yemek ne suç, ne de günah. Borçları artırmak borç ödemek için daha çok borç almak
gayet olağan. Sadece devlet değil, bireyler de böyle mirasyedi gibi davranıyor artık. Ve karşımızda
haşmetli enflasyon canavarı, ödenmesi gereken milyarlarca dolar. Büyüyen cari açıklar.
Kim ödeyecek bu hovardalığına faturasını?
Memleketin esas sorunu, hastalığa yol açan mereti daha yaygın uygularsak sağlığa kavuşacağımızı
sanmamız. Çivi çiviyi söker hesabı, sanki kerpetenler ömür boyu tatilde. Karaciğer kanserine acılı ve
zorlu bir kemoterapi tedavisi uygulamak yerine daha çok sigara ve bol tatlandırıcı önermek. Hem
yiyin hem zayıflayın formülleri. Devamı var: Faizi düşürerek enflasyonu indirmek, döviz kurunu
düşürerek ucuzluk yaratmak, harcayarak tasarrufu artırmak, kredi genişlemesi ile büyüme rekorları
kırmak.
Ve tüm bunlara hayranlıkla sarılan umutsuz yurdum insanını yerli ve milli hamasetle sonsuza kadar
gütmek. Kanmak ve kandırılmak üzerine bir sürü tatlı tuzlu çeşitlemeler süslüyor her gün ufkumuzu.
Tüm bunların üstüne, bir de kapak olsun diye dış dünyanın da bir gün bize inanacağını sanmak
gafletini ekleyin lütfen.
Hayal dünyasından kareleri yan yana koyunca büyük resim tamamlanıyor. Futbol kulüpleri gibi oldu
sonunda ülke ekonomisi. Başarı yok, spor yok, şike çok, kulüpler batık, yabancı futbolcu transfer
edip ulusal gururumuzu kulüp gururu mayasına bandırıp Afrikalıları seyrediyoruz, onlara faizle borç
aldığımız dövizi ödüyoruz, başkanların kaptanların gol krallarının afrasından tafrasından ise hiç
geçilmiyor.
Bunları söylerken siyasal yapı ile futbol dünyası arasında önemli iki benzerlik geliyor aklıma:
Holiganlığı meslek edinmiş genişçe bir taraftar kitlesi var. İlki bu. İkincisi.. Kulüpler doğru dürüst
vergi ödemiyor, milyonlar kazanan futbolcuların vergi oranı, dikkat edin oranı diyorum, neredeyse
asgari ücretli seviyesinde. O da ödenen paralar doğru beyan edilirse. Ama devlet futbola ve
futbolcuyu her biçimde teşvik sağlıyor. Orada da bir altın vuruş safsatası egemen kısacası.
Eğri oturup doğru konuşalım.
Biz altın vuruş sandığımız ölümcül darbelerle getirdik ülkeyi buralara. İş yürümeyince, şeytan hep
dışarıda. Hakemler satılmış, dünya zaten bize düşman. Batı bizim iyiliğimizi istemiyor.

Devletin altın vuruşu mu, dediniz.
Borçlanarak para dağıtmanın neresi altın, neresi vuruş ağalar? Gerçek altın vuruş, hesabını bilmek
ve dürüst davranmak, herkesi kör alemi sersem sanmaktan uzak durmak. Üretmek, rekabet ermek,
dünya pazarlarında marka yaratmak, insan kaynağının en hasını en alasını yetiştirmek, hukuk
yaratmak, adam gibi ilke yönetmek.. Değilse yürümez. İşler şirazesinden çıkıverirsiniz. Çünkü.. Bazı
insanları bir süre kandırabilisiniz, ama herkesi sürekli kandırmanız imkansızdır. Her şey bir zaman
meselesidir. Şartlar tamam olunca, zamanı gelir, takke düşer kel görünür.
Son söz: Ağır bedellerin er geç ödendiği büyük bitişler siz ne derseniz deyin kesinlikle altın vuruş
değildir. Muhtemelen bel altına inen ölümcül vuruştur. 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir