NEDEN GEÇ GELİR HEP AKLIMIZ BAŞIMIZA? Hüseyin ERKAN

Hiçbir haksızlık küçük, hiçbir insan önemsiz değildir.
                              Jeremy Bentham
“Görünüşe aldanma” der dururuz ama çoğu zaman da görünüşe aldanırız hep.
Nasrettin Hoca’mızın “Ye kürküm ye” örneği…
Annesi İstanbul, babası Bursa göçmeni Yunanistanlı dostum Yanis telefon etti; bir ay kadar önce.
Eşim Güler’i, kızım Dilem’i, torunum Erim’i sordu tek tek.

Eşi Keti de iyiymiş, kızları Viki ve Mata da… Damatları da iyiymiş, torunları da… Bir ara: “Yahu
Huseyin, dedi; sizin Silivri’deki bahçede, havuza yakın bir yerde çok güzel bir kaysı ağacı vardı; değil mi?”

“Çok güzel bir ağaçtı o. Ayrıca meyvesi de çok hoş… Hem büyük, hem lezzetli… Yazları her gelişimizde
görüyorduk, dalları kırılacak gibi oluyordu meyveden. Başka yerde öyle lezzetli kaysıyemedim. Bilirsin,
bizim bahçemizde de var. Ama o bir başkaydı. Tadı damağımda hâlâ…”

Yazıyı bilgisayara geçiren kızım Dilem, parantez açıp bir şeyler yazmış. Yine neler demiş bakalım?
Bundan sonraki parantez içindekiler de onun sözleri: (Valla baba, Yanis Âbi gibi düşünüyorum ben
de. Çok büyük ve lezzetli bir meyveydi o. Kabuğu, tatlı bir ekşimsilik veriyordu ona. İçi ise yumuşakça ve
âdeta marmelat tadındaydı. Ben de bayılıyordum o kayısıya. Bakar mısın baba, insanlar vardır, anılmaz
bir daha arkalarından. Ağaçlar var, kurusa da konuşulur yıllarca. Nasıl onu unutmadıysam, ardından
hüngür hüngür ağladığım kesilen iki dut ağacını da unutamadım. Meyveleri uzunumsu, hafif buruk bir tatlılığı vardı. Çok tatlı değildi yani. Bu yüzden çok seviyordum ben onları. Diri diriydiler. Çok tatlı
olmadıklarından üzerlerine fazlaca böcek ve sinek de gelmezdi. 

Biz gelelim yine Yanis’le konuşmamıza:

“Anladım Yanis’ciğim. Ama maalesef kurudu o ağaç.” dedim.
“Yapma be Huseyin. Üzüldüm bak şimdi. Pekiyi, bir fidan almadın mı ondan ya da bir aşı?”
“Ne fidan aldım, ne aşı…”
“Neden ama neden Huseyin gardaş?”
“Bilemedim; öyle birden bire kuruyuvereceğini.”

Yanis dostum, eşi Keti ile 1980’li, 90’lı ve 2 binli yılların başlarında, birkaç ay önce kaybettiğimiz
âbisi Yorgo (Toprağı bol olsun, nurlar içinde yatsın; çok tatlı bir insandı o da babacığım!) ve
eşi Lefteriya ile birlikte gelirlerdi; yılda en az iki kez. Ya da aile
dostları Andonya, Oktavyus ve Tanasis’le…

Yazları bahçemizde, kışları İstanbul’daki evimizde konuk ederdik onları. Biz de giderdik onlara
elbet. Her ikisi kardeşin de bakımlı birer bahçesi vardı; yaşadıkları Veriya’da. (Dağ eteğinde ne sevimli
bir kasabadır o Veriya; değil mi baba? Tertemiz havası, minik kafeleri ile kalbimdedir yeri hep. Sabah
erkenden yürüyüş ve koşuya çıkıyorduk; Viki ve Mata ile.)

Yaklaşık on yıldır, ne onlar gelebiliyor buraya, ne biz gidebiliyoruz. Telefonla gideriyoruz
özlemimizi. Bu açıklamadan sonra, gelelim biz yine o kayısı ağacına:
Bahçıvanımız İlyas Efendi, bakınız ne anlattı, bana bir gün:

“Bu kayısının yanından her geçişimde, onu ilk diktiğim günü hatırlarım hep.”
“Neden, ne özelliği var o günün?”
“Günün hiçbir özelliği yok. Siz bir gün, arabanızın bagajında epeyce bir fidanla geldiniz yine. ‘İlyas
Efendi, bunları uygun bulduğun yerlere dikersin.’ deyip gittiniz. Ben şöyle ele göze gelen fidanları
diktim önce. En son bu kaldı. “Allah Allah! Bu çelimsiz, işe yaramaz fidanı niye almış ki Hüseyin Bey?
Tutmaz bu ama madem alınmış, dikeyim haydi,’ deyip bir tek bunu buraya diktim işte.”

(Ama yeri çok iyiydi baba. Bahçenin tam ortası… Dut ağacının yanı… Bu arada söyleyeyim: Bu dut
ağacının çok tatlı olan meyvesine değil ama görünüşüne hayranım ben! Gerine gerine duruyor
sanki. Ben burdayım, görün beni’ der gibi.)

“Vallaha gözüm tutmamıştı o fidanı Hüseyin Bey. Hiç umudum yoktu tutacağından. Ama yanılttıbeni. Kısa
zamanda gelişip gösterişli bir ağaç oluverdi. İyi ki atmamış da dikmişim. Bahçemizin en güzel kaysısı…
Bol bol da meyve veriyor. Bizlere de yetiyor, misafirlerimize de…”

(Valla baba, ben onun kayısıları dışında hiç kayısı yemedim sanırım. Sanki bahçemizdeki tek kayısı
ağacı oydu… Bak bir de o minik, çelimsiz, mini yarma şeftaliyi seviyorum. Hani geçen senelerde
tesadüfen denemiştim de bayılmıştım. Bir de bizim Büyük Erseven Tatil Köyü’ndeki zavallı şeftali ağacımızı unutamam. Yaramaz komşularımızdan biri kıymıştı ona. Gözlerim doluyor düşündükçe. Doğal ömrünü tamamlayıp kuruyana üzülüyorum ama bizim acımadan kestiklerimize ve zamansız öldürülenlere içim yanıyor.)

“Ya, demek öyle İlyas Efendi! Nerdeyse atacaktın o fidanı çöpe ha?”
“He valla öyle Hüseyin Bey! Hiç umudum yoktu çünkü.”
“Ummadık taş baş yarar; der bir atasözümüz. Aynen o çelimsiz fidan gibi, ilk bakışta gözümüzün
hiçtutmadığı insanları da dışlamamak gerek. Hele hele çocukları ve gençleri… Biraz büyüyüp de
akıllarıbaşlarına gelince öyle güzel işler yaparlar, öyle başarılı olurlar ki, utandırırlar adamı.”
“Doğru söylersin valla Hüseyin Bey. Bu söylediğin de hakikatin ta kendisi.”
*** *** ***

Bütün suç Yunanistanlı dostum Yanis’te! Oh be sevgili Yanis kardeşim! O çok beğendiğin kayısı
ağacından bir fidan alıp yetiştirmem gerektiğini neden ağaç kurumadan önce söylemedin ki bana!
Niçin bekleyip durdun, bunca zaman? Bundan sonra nereden bulup da yiyeceğiz, o nefis kayısıyı
biz?
Türk olduğumdan mı nedir, birçoğumuz gibi, benim aklım da hep sonradan geliyor başıma. Sözgelişi
annem, özellikle 65 yaşını devirdikten sonra, “Artık benim bir ayağım çukurda sayılır oğlum.” derdi de
ciddiye almaz, gülüp geçerdim hep. Niçin mi? Hiç ölmeyecekmiş gibi gelirdi bana annem de onun
için. Öyle düşündüğümden ne fotoğrafını çektim, ne sesini aldım teybe. (O zamanlar şimdiki gibi
kolay da değildi be babacığım!) Kırk yılda bir Amerika’ya düştü yolum, Mayami’de aldım ölüm
haberini. Son nefesinde bir yudum su vermem nasip olmadığı gibi, kabrine bir kürek toprak atmak
da… (Babacıım, ağlattın beni ya… Tanrı sizlere uzun ömür versin… Ama biliyorum, Amerika’da birlikte
olduğun dostlarının morali bozulmasın diye büyük ihtimalle acını bile dışa vurup bir kez olsun
rahatlayamadın, değil mi? Şimdi dua edip göndereceğim. Nûr içinde yatsın babaannemiz!)
Ah, ah! Hep gittikten sonra anlıyoruz; sevdiklerimizin kıymetini.
Neye yarar ama? Kaç para eder?
Neden geç gelir hep, aklımız başımıza?

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir