Çarpık Üçgen

Bir zamanlar anlı şanlı bir kasabaymış bizim burası. 
Meydanında gece gündüz kuşlar cıvıldarmış.

Haftanın üç günü posta arabası işler, yaz boyunca her saat başı şehre dolmuş gider gelirmiş. Büyük meydan hem buluşma eğleşme yeri, hem capcanlı bir açık pazar. Bir pastane, bir kasapla balıkçı, iki fırın, birkaç köfteci dükkanı, lezzeti bölgede nam salmış ev yemekleri yapan tertemiz bir lokanta, bir de sinema ile kitapçı. Kahvehaneleri, dizi dizi bakkallarla manavları, sergilerde her çeşit kullanılmış eşya satanları saymıyorum. Çalışmaya, pazara, pikniğe gelenlerden geçilmezmiş.

Üç beş yılda bir gelen küçüklü büyüklü depremler yüzünden ömrü kısa olmuş hepsinin. Yüzlerce can almak yetmemiş, sürekli kemirip durmuş deprem burayı. Her depremin ardından, piknikçiler pek gelmez olmuş. Şehirliler pazara gelmeyince işler durmuş. Elbette evini tarlasını satıp gidenler olmuş.

En büyük göç dalgasını son depremin ertesinde gördük.
Yola çıkmadan önce kalanlarla meydanda kucaklaşmak helalleşmek adet olmuştu. isterdi Onları uğurlamaya gençlerle çocuklar gelmezdi. Biz kankamla birlikte giderdik. Veda günlerinde yas evlerine dönerdi meydan. Gizli bir suç işlemiş gibi hıçkırarak ağlayan çoktu. Erkeklerden ziyade kadınlar ağlardı. Değme ozanları hasedinden çatlatacak ağıtlar dizerlerdi.
-Tıpkı Anadolu köylerindeki çocuk gelinler gibi, derdi Filozof, Ahem ağlar hem giderler.

Ağlayıp gidemeyenler de oldu.
Ayrılık acısından dövünürken ya da benzi ararmış gibi sessizce etrafına bakınırken kalp sektesine uğrayanları bir avuç yetişkinle birlikte köy mezarlığına gömdüğümüzü bilirim. gördüğümüzü bilirim. O günlerde duygu kasırgalarının koptuğu anları, meydanda söze dökülen dökülemeyen acıları bugün hatırlayan çok azdır. Zaten olanları, ölenleri anmak, bizde adetten değildir. Gençlere anlatmak ise düpedüz ayıp sayılır. Depremden söz etmek ise bir tabudur. Deprem yaşlılar için üç harfliler sınıfındandır. Ağza alınırsa, fay hatları uyanır deprem yola çıkar sanılır.

O göç dalgasının üstünden on yıl kadar geçtikten sonra bile göçenleri terk edilmişlere özgü bir kahırla arada bir kınayana gençler olur.
-Ölen öldü, kurtuldu. Gidenlerin de yükü ağır, yarası derindir evlat, diye sustururlar onları yaşlılar.
-Neden ağır olsun, Fransalarda Almanyalarda keyif çatıyorlar diye üsteleyenler olduğunda, onun şom ağzını kapatacak lafı köyde herkes iyi bilir: Altında ataların yatmıyorsa üstünde yaşadığın toprak yurdun değildir.

KARGA SEVENLER DERNEĞİ
Kırk yıl önceki depreme ben yetişmedim. Kankam da bilmez. Çok sonraları yerleşmeye geldi. On yıl önceki deprem eşiyle birlikte bütün ailesini götürdü, geriye sadece oğlu ile oğlunun küçük teyzesi kaldı. Onun yediği darbe taşınamayacak kadar ağırdı. Son deprem bütün köy için eksiksiz bir afetti. Şiddeti yüksek değildi, yıkımı ise emsalsizdi. İlk depremin ardından yaşanan otuz yıllık canlanma bir gecede yerle bir oldu. Ölenler kalanlardan çoktu. Okul mevcudu yarıya indi. Tarlalar bahçeler kısa zamanda boşaldı. Kırk yıl öncesinin üç yüz hanelik koca kasabası, üç beş ay içinde harap bir köy oldu çıktı. Lacivertli turunculu mermer taşlarla bezeli cıvıltılı meydanımız da büyük yıkımdan aldı ağzının payını. Birkaç kedi köpekle, bizim kestane ağacına ve kuşlara kaldı sonunda. Kuşlar deyince, kara kargalarla beyaz martılar ve sevdalı birkaç çift kumru ile güvercinler. O kadar.

Güneş doğmadan uyandığım kimi sabahlar, okuldan önce meydana uğrarım. Ömrünce geçirdiği onca sarsıntıya karşın ayakta kalan sevgili kestane ağacımıza dayarım sırtımı, çok derin bir nefes alır, gökle deniz arasında güneşin yükselişini seyrederim. 

Gökteki renk cümbüşüne bizim kuşlar eşlik eder.
Önce kumrularla güvercinler yaklaşır, ardından kargalarla martılar. 
Kumrular güvercinlerden de sokulgandır, çocukluğumdan bilirim. Kargaların zekasını üniversite yıllarımda bir dergide okumuştum, insana gayet alışkın olduklarını ise meydanda yaşadığım sabahlarda gördüm. Martılar onlardan cesaret buldu, zamanla hepsi yanıma iyice yaklaşır oldu. 

Meydanda kumrularla güvercinler birlikte öter. Ezgileri yalvarış makamındadır, her zaman pes perdeden, düzenli ve kesintisiz olur. Martılarla kargaların sesi anlıktır. Kargalar gaklar, martılar şakırdar. Onlarınki haykırışı andırır; kimi zaman coşku, içlerinde kimi zaman hayret kimi zamansa öfke hatta isyan barındırır. Kuşların musikisine kestane ağacımız hışırtılarla katılır. Benim kuş musikisi dediğim güzellik, kankamın dilinde eşsiz bir senfonidir. 

Bir sabah kankam yoktu, meydanda bir başımaydım.
Gözüm ufukta, kulağım kuşların senfonisindeydi. Ağaca yaslanmış onları dinlerken bir ara gözlerimi kapadım. O sırada garip bir şey oldu. Kendimi yerle gök arasındaki ıssız bir dünyadaki tek bir ağacın altında kurumakta olan bir çınar yaprağı olarak hissettim. Az sonra da kestane ağacının dalları ile birlikte kuşların söylediği şarkıyı anladığımı düşünürken buldum kendimi. Seslerindeki pürüzsüz huzur içime yayıldı, şarkıları umut ve sabır diyordu. Zaman hızla geçip gitmişti. Okula geç kaldığım o sabahtan beri, ağacın gövdesine sırtımı her dayadığımda, içime dinginlik yayan o şarkıyı duyuyorum. Yalnızca bir başıma olduğum sabahlarda değil, kankamla orada birlikte oturup söyleştiğimiz zamanlarda da aynı duyguya kapılır oldum. Kuşlarla benim aramdaki şarkı, kankama bile anlatsam sihri bozulacak bir sırdı sanki.

Sadede bir hafta için böyle sandım.
Gün doğumu buluşmalarımızdan birinde, kankamla ufukta güneşi denizi gözlerken kuşları dinliyorduk. Şeytan dürttü beni. Belki şeytandan ziyade, içimdeki sırrı paylaşma arzusuna kaptırdım kendimi.
-Sanki bizim için şarkı söylüyorlar, dedim. Bana öyle geliyor artık.
Mutluca gülümsedi.
-Her gün daha dikkatle dinler oldum onları. Baktıkça, tam bir ibret tablosu gibi görünüyorlar bana.
-O niyetle bakınca, her şeyden alacağı bir ders bulur insan, diye karşılık verdi.
-Senin aklından neler geçer onları dinlerken peki?
-Belli olmaz. Daha önce düşünmediğim bir sürü şey gelir, geçer. Sık sık uğraştığım şeyler de gelir aklıma.
-Yani?
-Yani, hayatın garip döngüsü mesela. Genelde o gelir aklıma. Burada da.
-Bilmez miyim! Hep düşünürsün sen. O nedenle Filozof derim zaten. Peki burada kuşları dinlerken ne, diye soracakken kesti sözümü.
-Filozof demesen, kanka desen, kardeşlik desen inan ki daha çok sevinirim. Bunu çoktan biliyorsun zaten.
Şimdi sırası mı bunun kanka, diye çıkışacaktım, vaz geçtim.
-Biliyorum, alçak gönüllülük hep yakışır sana. Ben de inadına filozof demeyi seviyorum işte.
-Ama ben filozof değilim, sen de bunu biliyorsun.
-O bayat meseleyi bırakalım kanka şimdi.. Kuşlara gelelim. En çok ne geliyor aklına onları dinlerken senin? Onu söyle sen.
-Birçok şey diyorum ya. Peki sen? Sen ne düşünürsün?

Belki az önceki zamansız serzenişi yüzünden oyun edesim geldi.
-Uzun baharlarla dolu dizgin yazlar, dedim çocuksu bir hevesle. En çok da hıdrellezler tabi.. 
Yalancıktan şakacıktan söylemek derdik, büsbütün yalan da değildi. Bir şey demedi.
-Meydanda yer yerinden oynardı. Köye akın ederdi aileler! Oyunlar oynanır, halaylar çekilir, şarkılar söylenirdi. Davullar zurnalar şenlik havasında çalardı. Hatırlıyorsun, değil mi?

Sesi çıkmadı, bir anda dalıp gitmişti yine. Arada bir kopup  gitmesinin asıl nedenini o sıralar bilmiyordum.  ‘Hayatın garip döngüsü’ gibi derin düşünceler, diyordum. Belki son depremde yitirdikleri geliyordu arada bir aklına, on yıl sonra yeniden.
-Hepsinin tanığıdır bu ağaç, dedim kendi kendime.
Bu kez duydu beni.
-Dili olsa da arada bir ansa, uzun uzun anlatsa bize, dedi ve iç çekip sustu. 
-Ah keşke, dedim.
Suskunluğu sürünce dayanamadım.
-Hadi yahu, söyle artık. En çok ne gelir burda aklına?
-En çok evladını yitiren analar babalar gelir kanka, derken efkarın gölgesi düştü yüzüne. Üzücü bir şey söylerken hep yaptığı gibi başını sağ yana eğdi. 
-Arjantin’de kırk yıldır her Çarşamba, bizde de yıllardır her Cumartesi toplanıp anarlar evlatlarını.
-Burada öyle bir derdimiz olmadı çok şükür, cesetlerimizi iki gün içinde her enkazdan çıkardık biz. Ölenimiz çok oldu, yitiğimiz olmadı.
-Yitiklik ölümle birdir derdi babam. Bence yitiklik ölümden beter. Umudunu yitiğini bulmaktan kesemez insan. Umut ise acıyı diri tutar. Adamın birinin dediği gibi, işkenceyi uzatır umut.

Kuşlardan nereye çıktı yolumuz birden diye düşündüm. Aramızda ölümden, cesetten, depremden konuşmanın yanlış bir yanı yoktu, yine de o konulara pek girmezdi. Ben de istemezdim pek. Ama evladının cesedini bile yitirmiş analar, deyince oldu bir kere.
-Şükretmek istersen, şükredecek şey bulursun. Kahretmek istersen de öyle, deyince üstündeki ağır hava kalkar gibi oldu.
-Doğru, dedim. Ama şükretmek daha iyidir.
-Belki de öyledir, dedi. Analara sormalı onu.
Durdu, sakalını sıvazladı.
-En çok da analar, dedi yeniden ufka bakarak. Belki de orada oturup yitikliğe direnirken bir yandan isyan eder, bir yandan şükrederler. -Olabilir mi, diye sordum.
-Belki. Şimdi farkettim ki, burada en çok onlarla birlikte direnmenin erdemin geliyor aklıma kanka.

Erdem ve direnmek.
Direnmenin erdemi. 
Doğrusu sözlüğümde yoktu bunlar. Sordum:
-Direniş derken, direnmenin erdemi derken?
Kendi kendine konulur gibi mırıldandı.
-Kuşlar da, ağaçlar da, biz de. Analar babalar da. Yani hepimiz, her birimiz. Adını koyalım koymayalım, her berbat durumdan tırsmayıp onu aşmak için ya da onunla barışmak için yaşadıkça.. 
Birden durdu, yine kopacak sandım ve telaşla tekrarladım. 
-Kaçmayıp yaşadıkça?
-Kaçmadıkça yüzledikçe direniriz aslında.
Derin bir nefes aldı, benden yana döndü.
-Sence de öyle değil mi?
Aklım kuşlardaydı. 
-Öyle elbette.. Sence bizim kuşlar da direniyor. Öyle mi?
-Onlarınki de öyle. Bu meydanla bizi nasıl sahiplendiklerini iyi bakan herkes görür direndiklerini.
-İşte ibret dediğim aynen bu. Yani ben de anlamıştım, ötüşlerinden, seslerinden, şarkılarından.
-Umut şarkısı, dedi, doğal senfoninin umut şarkısı.. Bence öyle..
-Evet, hem umut hem sabır şarkısı.
-Elbette. Direnmek değilse nedir bu? Anmak da, anlatmak da direnmek. Kahretmek de şükretmek de.

İçim kıpır kıpırdı. Kuşların cıvıltısında şarkı duyduğum ilk sabahki çınar yaprağını düşündüm. Uzunca sustuk. Okul yoluna çıktığımızda, elimi omzuna attım. Hafifçe kendime doğru çektim. Yanağından öptüm. Döndü, sorar gibi baktı.
-Sayende ufkum genişledi kanka, dedim.
-Benimki de senin sayende, dedi.
-Yapma yahu. Ben kim, senin ufkunu genişletmek kim?
-İnsan düşününce her şeyde ibret bulur. Kuştan, ağaçtan, yapraktan, topraktan, ölenden kalandan. Beraber düşündük işte.

Direnmenin erdemini konuşmadık o gün.
Yine de, gençlerle birlikte dernek kurma fikri, o sabahki konuşmadan doğdu dostlar. Aynı gün okuldan sonra, çoğu eski öğrencimiz gençlere haber verdik. Ertesi sabah ağacın altında toplandık, fikrimizi açtık. Kuşların hatırına o derneği kuralım, adını da Karga Sevenler Derneği koyalım, dedik. Bir de lokalimiz olmalı, dedi gençler. 

Hep birlikte işe koyulduk. Ertesi gün atladık kankamın düldülüne, külüstür arabasına küheylan derdi o. İlçeye gittik. Kuruluş dilekçemizi komiserin önüne koyduk. Yer gösterdi, oturduk. Kaşlarına aklar düşmüş, babacan bir adamdı. Bizim nesilden kim görse, Erol Taş’ın oğlu, değilse torunu, derdi. Öyle heybetliydi.

Nedense dilekçemizi sesli okumaya başladı, okurken iki kere durdu, üç kere yutkundu, başını kaldırıp bize baktığında gergindi.
-Karga Sevenler Derneği olur mu hiç kardeşim?
Kırk yıl düşünsem derneğin adına takılacağı aklıma gelmezdi.
-Adım başında kanarya sevenler, bülbül sevenler derneği var her yerde, dedim, kaşları çatıldı, Filozof:
-Karganın seveni neden olmasın komiserim? Çok güzel hayvanlar, deyince ben ardından ekledim.
-Kargaların başları kel de ondan mı seveni yoktur komiserim.
Neyse ki komiserin simsiyah boyanmış gür saçları vardı.

Ona ‘bize çocukluğumuzda öğrettikleri yanlış, kargalar kuş beyinli değil, çok akıllı kuşlar,’ diyerek bizim can kargaları anlatmak üzereydim ki tatlı tatlı öğüt vermeye başladı.
-Eski köye yeni adet neden gereksin yahu! Düz yol dururken, yokuşa sürmek niye? Siz de herkes gibi yapın! Kuş sevenler, martı sevenler deyin adına. Olsun, bitsin. Bakın, kelebek sevenler derneği deseniz de olur. O zaman da sorun olmaz yani.
Meseleleri mesele yapmazsanız zaten sorunlar olmaz diye işi gırgıra bağlamak vardı, ancak ateşe körükle gitmek olmazdı. O arada Filozofun dalga geçeceği tuttu.
-Tavşan Sevenler Derneği desek? Olur mu ki?
-Olmaz, diyerek ciddiye aldı. Zinhar olmaz. Ahlaka aykırı sayılır.
Belli ki bizim komiserin aklında başka tavşanlar cirit atıyordu.
-Deprem Severler Derneği mi koyalım derneğin adını kanka?
Filozofun sorusundaki ince alay zıvanadan çıkardı adamı.
-Vallahi sizi hiç anlamıyorum. Niye kendinizi yokuşa sürersiniz yahu. Kolay varken neden zoru seçerseniz kardeşim? Allah canımı alsın, anlamıyorum.
-Biz karga seviyoruz komiser bey, dedi kankam. Kanarya değil, bülbül de değil. Kelebek de..
-Neden?
Kibarca söyleyeceğim, sorusu bana aşırı manidar geldi. Kankama baktım, tepkisizdi. Yine dalmış gitmişti. Komisere saf saf baktım, tuhaf sorusuna aynı türden karşılık verdim.
-Nasıl neden?
Komiser gözlerini öyle bir ayırıp kaşlarını öyle bir çattı ki, Erol Taş’ın en korkunç hali bir anda karşımızda canlandı. Bağırarak sordu:
-Neden nasıl neden?
-Yanlış anlamayın, komiserim, diyerek alttan almaktan başka yol yoktu artık. Bizim harap köyün terk edilmiş meydanında kargalar var, sadık dostlarımızdır onlar. Herkes göçtü gitti, onlar yuvalarını terk etmedi.
-Yani?
-Biz kargaları seviyoruz komiserim. Kimse sevmese de biz seviyoruz. İyi tanısanız siz de seversiniz kargaları.
-Yok canım, derken diklendi. Bu kadar yıllık polisim, onca yıl komiserlik yaptım, karga sevene rastlamadım ben.
Kankamla bakıştık. Komiser başta pirelenmişti, işkillenme seviyesine atladı. Zanlıya bakar gibi baktı ve sordu.
-Bu sizin derneğin altında veya arkasında bozguncu bir örgüt, yani gizli bişey falan mı var yoksa? Söyleyin bakalım.

Filozofa baktım. Bu işin altından o çıkardı ancak. Sayısız soruşturmadan geçmiş, mahkemelere çıkmış, üstelik bir de sürgün yemişti. Deneyimini konuşturdu.
-Biz milletimizin birliğini bütünlüğünü bozup parçalayacak değiliz, komiserim. Bizim vurmakla kırmakla işimiz olmaz. Siz hiç merak buyurmayın müdürüm. Öyle pis işleri deprem kardeşe çoktan havale etmişiz biz. Yığınla canı o alıyor, hayatımızı yıllardır o felç ediyor.

Köyde herkesin hep yaptığı gibi ‘deprem’ derken bir güzel geveledi kelimeyi, daha çok karıştı komiserin kafası.
-Kime havale ettik dediniz siz işleri?
Filozof ya duymadı, ya da duymamış gibi yapınca komiser bana baktı.
-Kulağım ağır biraz. Kime hangi kardeşe havale ettik dedi az önce bu? 
-Deprem kardeşe, dedim. 
-Neden? Nasıl yani?
Filozof cevap verdi ona.
-Son depremde yüz kişiyi o götürdü de ondan. Sakata kalanlar..
Komiser sağ elini bir durun yahu’ diyerek sertçe kaldırınca sustu Filozof. Makam odasına sessizlik hakim oldu. Ben onu celallenecek sandım, herhalde ikimizin de gayet sakin sırıttığımızı görünce jetonu düştü.
-O köyde ne yaparsınız siz Allah aşkına?
-Toprağımızı işleriz, öğretmeniz biz, dedim.
Dilekçeye bakarken gevşedi. Babacan adama döndü birden.
-Deprem kardeş, öyle mi? Helal olsun size. Deprem kardeşmiş. Vallahi helal olsun size, diyerek gevrek bir Erol Taş kahkahası attı, masasından kalkıp kapıya yürüdü.
-Karakolda komiserle maytap geçiyorsunuz ya, vallahi helal olsun.
Bizi uğurlarken de ‘deprem kardeş ha’ diyerek gülüyordu.

xxxxx

İlçeye gelirken kankamın birkaç kez direksiyon başında dalıp gittiğini görmüştüm, dönüş için aracın başına geldiğimizde: 
-Biraz da ben kullanayım, dedim.
-İyi olur, gece uykumu alamadım, diyerek anahtarı uzattı.
Onu neyin uyutmadığı için sır değildi. 
Son depremden, babasının iki katlı binasında yaşayan üç evdeki on bir kişiden sadece üçü kurtulmuştu: Kendisi, Mehmet Can ve Mehmet Can’ın küçük teyzesi Elifcik. 
Eşi gitmişti. Anne babası ile iki kardeşi de.
Eşinin iki kız kardeşi ve yatalak annesini de almıştı deprem.

Kendine gelmesi kolay olmadı. Depremin üstünden üç yıl geçtikten sonra toparladı, suskunluk ve uykusuzluk halleri, ani duygu boşalmaları ve arada bir uzunca dalıp gitmeler geçip gitti. derken son zamanlarda ona tekrar bir haller oldu. 

OLURSA DEPREMDEN OLSUN
Emniyet işin tamamdı.
Lokal neresi olsun, diye gençlerle karar vermek ise biraz zaman aldı. Terkedilmiş evden daha çok ne vardı ki köyde? Birkaç toplantı yaptık, her kafadan üç beş fikir çıktı. Sonunda, okulun tam karşısındaki bahçe duvarı hafifçe bel vermiş, tek katlı evde karar kıldık. Epeyce genişti, çatlağı çoktu, yıkığı yoktu, bahçesi genişti.
-Bundan iyisi Şam’da kuru kaysı, dedi Orhan.
-Öyle demezler, diye düzeltti kankası. Bundan iyisi Şam’da kaysı.
-Şair dediğin taklit etmez Turan, diye karşılık verdi Orhan.
-Araya bir kelime katınca, taklit olmuyor, diyorsun öyle mi?
-Laf kapışmasını bırakalım arkadaşlar, işimize bakalım, dedik.
Baştan aşağı dip köşe temizlik, birkaç tamirat, epeyce sıvama, boya badana, ardından masa sandalye derken Karga Sevenler Derneği lokalini bir hafta içinde donattık. Donattık dediysem, havalı bir yer yapalım gibi boş bir hevesimiz zaten yoktu. Kuşlara, ağaca, gidenlere kalanlara armağan olsun, gençlere buluşma mekanı olsun, yolunu şaşırıp köye gelen olursa, merak edip uğrasın, yeterdi.

Tavanını duman sarmış köy kahvelerine benzemesin, diye sözleşmiştik. Yine de yeşil çuhalı altı masa ayarladık. İki düzine açılır kapanır sandalye ile çay ocağı bulduk. Ocağın altındaki bölmeye, bir düzine kahve fincanı ile iki düzine ince belli çay bardağı koyduk En alttaki bölmeye çay, kahve, tarçın, ıhlamur, çiçek kavanozlarını dizdik. Yanlarına üç tavla, birkaç deste oyun kağıdı, bir satranç tahtası. Hepsi evlerden toplama.

‘Deprem var zaten, ömrü şekerle gıdım gıdım kısaltmanın neresinde akıl var? diye sesini kararlı bir şekilde yükseltince, Turan’a hepimiz birden sus işaretiyle karşılık verdik. Üç harflileri gelişi güzel anmak olmazdı, ne var ki haklıydı: Şeker koymadık. Sigara bahçede de içilmeyecekti.

Şair aşka geldi hemen, ‘Olursa, depremden olsun ölümümüz,’ diye, bir dize döşedi. Ona da hemen ve topluca sus işareti yaptık, Turan oturduğu yerde kıpır kıpırdı.
-Cahit Sıtkı taklidi kokuyor kanka bu dize, dedi. Üstelik mayınlı araziye dümdüz giriyorsun.
-Şaire yasak yoktur, isterse mayınlı araziye girer, isterse bülbülün kalbine. İsterse bulutların ötesine..
-Yapma ya! Şair köyün delisi mi yani? Delidir, ne yapsa yeridir. Bu mudur yani?
-Keşke mayınsız olsa dünya, demek istiyorsan girersin araziye.
-Benim şimdi derdim başka kanka: Bu söylediğin dize fena halde Cahit Sıtkı kokmuyor mu?
Şair Orhan soruya cevap vermek yerine ona takıldı.
-Sen ne kokuyorsun kardeş?
Briyantinle hacı yağı diye fısıldadı birileri. Onun kokuya ve saçlarına düşkünlüğünü bilenler gülüştü.
-Ben güzel kokarım.

O tatlı atışmadan en çok mayınlı tarla lafı kaldı geriye. Bir süre sonra ‘sus’ işareti yapmak yerine ‘mayın var’ demeye başladı herkes. Şair Orhan ile Turan her sohbette yerli yersiz ‘keşke mayınsız olsa’ deyip duruyordu. Ve bir gün ikisi birlikte geldiler, o şahane soruyu sordular: Deprem ve ölüm sözcükleri mekanımızda da neden şeker veya sigara gibi zararlı sayılıyordu?
Filozof çok düşünmeden sordu.
-Kapanmış yaraları deşmemek için olabilir mi?
-Yaralar kapanmış olsa yasak olmazdı ki, dediler.
-Belki kapansın diyedir o zaman, dedim ben, kankam ekledi.
-Arada bir düşünürüm. Yaraları görmezden gelmektense deşmek bir direnme biçimi olabilir mi diye?
-Dil söylemeyince beyin unutuyor mu ki? sanmak. Belki bundandır, dediler.

O günden sonra, tarlanın mayından arınması mekanın birkaç ana konusundan biri oldu.

Xxx

Lokal için mekenı seçmemizin üstünden bir hafta geçmeden her şey hazırdı.
-Açılışı bu hafta sonu yapalım o zaman, dediğimde, Filozof etrafına şöyle bir bakındı.
-En gerekli şeyi en sona bırakmışız beyler. Resim yok hiç, dedi. Duvarlar çıplak.
Neden kimse fark etmemiş, diye düşündüm. Meğer gençler hem farkındaymış, hem hazırlık yapmışlar. Kaşla göz arasında, Beşiktaş damgalı bir kartal resmî getirdiler. Kocamandı. Nereden buldun, diye soran olmadı. Hemen astık duvara. Güzel durdu. Ertesi gün, gençlerden ressamlığa özenen Ayhan bir poster getirdi.
-Mehmetcan verdi bunu. Hediyem olsun size, dedi.
-O da gelseydi ya.
Gelmezdi, biliyorduk.
Ta baştan ‘ben yokum,’ demişti. ‘Zamanım yok, olsaydı da katılmazdım,’ demekten de çekinmemişti. Filozofun oğlu, bana benzeyecek değildi elbet. Nedenini anlatırken de sakınmamıştı sözünü.
-Ödevi var. Üç tabloyu birden çalışıyor, imkansız gelemez. Açılışa belki getiririm onu. Söz.
Kucaklayıp yanağından öptüm.
Filozof sımsıcak baktı Ayhan’a. Uzaktan kucaklarmış gibi.

MEHMETCAN’dan: KURU DALLARA TÜNEMİŞ KARA KARGALAR
Hafif çalkalanan deniz üstünde, kanat açmış bir martı kümesi.. O poster de, kartalın karşısında pek parlak durdu. Derken, usta işi bir yağlı boya tablo çıktı ortaya. Kuru dallara tünemiş kara kargalar. Onu martıların yanına asarken, bir alkış koptu. Şaşırdım. Merakla baktığımı görünce:
-Mehmetcan’dan diye açıkladı Ayhan.
Arkadaşları yokluğunda ya da yokluğuna karşın alkışlıyordu.
-Senden ve Mehmetcan’dan diye düzeltti Filozof.
-Ben yardım etttim azıcık. Yalan yok.
Tekrar bir alkış koptu. Duygularım taştı.
-Şahane gençlerimiz var, dedim Filozofa.
-Gençlik şahanedir, her zaman ve kesinlikle.

Gençler yakında müzeye dönüştürür bizim mekanı, diye düşündüm. O anda aklıma geldi. Terk edilmiş bu güzel evi kendimize bir mekan yapmaya hepimiz güle oynaya çalışırken her defasında değişik şekilde söylediğimiz bir tekerleme vardı. Çok eskilerden kalmaydı, bir hafta içinde herkesin diline oturmuştu. Derneğin sloganı gibi bir şeydi artık.
Kara karga posteriyle duvarı şenlendirdiğimiz sırada Turan martılara söylemişti o tekerlemeyi.

“Karga karga gak dedi, çık şu dala bak, dedi”

Tabloyu astıktan sonra, ona döndüm:
-O tekerlemeyi de bir kartona yazıp da getirsene yarın, dedim. Hoş olur.
-Ama devamı da var, söylesene abi, dedi Ayhan.
-Babam ikimize birlikte öğretmişti. Sen de biliyorsun işte, nazlanma da söyle.
-Hepsini hatırlamıyorum abicim. Takılırsam hatırlat bana, dedi ve okumaya başladı:

Karga karga “Gak” dedi
“Çık şu dala bak” dedi
Çıktım baktım bu dala
Bu karga ne budala

Karga fındık getirdi
Fare yedi bitirdi
“Miyav” dedi, “Av” dedi
Fareyi tuttu kedi

Karga uçtu da gitti
Dere tepe düz gitti
Altı ay bir güz gitti
Gece ve gündüz gitti

-Sonrasını unutmuşum, dedi sustu.
Turan da pek hatırlamıyordu.
-Kral kartalı alıyor, çocuk yaştaki kızına hediye ediyordu.
-Evet, doğru. Ardından da kral kızını anlatırdı bize babam.
-Hayır. Babam kendi başlardı. Ardından sözü karga alır, masalı sonuna kadar. Kral ölünce kız kraliçe olur, kraliçe ölünce..

Sus işareti yaptık hepimiz. Bir anda iki kardeşin de gözlerinin dolduğunu fark ettik, Ayhan kalktı, bulanmış bir çehreyle bahçeye yürüdü. Kardeşi de ardından. Acıları doldu mekana. Hava ağırlaştı. Gereksiz yere, havayı dağıtmayı görev saydım. İşe yarar diye umarak:
-Beyler, kargalar hiç de budala, değildir dedim, Eskiden öyle sanmışlar.
Havayı dağıtmaya yetmedi bu çıkış. Bu kez Filozof girdi araya.
-Bize hepimizin ezberindeki o ilk iki satır yeter, dedi ve o da kalkıp kaygılı bir tavırla bahçeye çıktı..

Ertesi gün tekerlemeyi yazıp getirdiler. Onu da karga resminin altına yerleştirdik. Kral kızının kargaya olan aşkına gitti bir ara aklım, bir süre oraya takılı kaldım. Beni usulünce uyardığında yanımda Filozofu gördüm, hepimiz bayram yerindeydik, işleri tamamlamış olmanın keyfini çıkarıyorduk. Bayram yeri dediğimiz, bahçede keşfedince sevinçten bayram ettiğimiz kestane ağacının altıydı.

Filozof o anda aklına gelmiş gibi sordu:
-Yahu, buraya bir kitaplık gerekmez mi beyler?
-Elbet, gerekir. Akıl edemedik biz, dedi Şair Orhan.
-Doğru, kitapsız lokal olmaz.
Herkes aynı fikirdeydi. Ertesi güne kaldı konu. Nereden bulunur kitap dolabı diye düşünüp konuşmaya gerek kalmadı. Beş gözlü bir kitap dolabını bütün haşmeti ile boş kalmış tek duvarımıza yaslanmış bulduk. Kesinlikle filozofun işiydi.
Elinde boya kutuları ve bir torba ile geldi.
-Terk edilmiş evlerden birinden çıktı, diye ilan etti.
Aşikar yalanlar şaka sayılırdı, kimse yüzlemedi.

İLLA DA TRABZON HURMASININ TURUNCUSU
Dolap kestane ağacındandı, meydanda ve bahçemizde köklerini terl etmemiş akrabaları gibi o da zamana iyi dayanmıştı. Eskiydi, ancak temizdi. Ona bakımsız muamelesi yapmadan edemedi Filozof. İki gençle birlikte arap sabunu ile sanki kırk yıldır kir bağlamış gibi, baştan aşağı yıkadıktan sonra, raflarını zımparadan geçirdi. Sıra boyamaya geldiğinde, siyah beyaza boyayalım diyenlere:
-Olmaz, dedi. Kartalla kargaların siyahı var. Bu cennet köyde, o kadar karartma herkese yetmez mi yahu? Kahverengi de uymaz. Sıcak renk ister burası. Turuncu olmalı. Trabzon hurmasının turuncusu.
-Trabzon hurması sanki bir kitabın adı, kimin eseri, diye laf attım.
-Güneşle balın, elbette, diye yapıştırdı kankam.
-Arıların hakkını yemiş olmayalım, dedim.
-Arıların hakları yoktur, görevleri vardır. Polenlerin de öyle, değil mi?
Ayhan araya girdi:
-Polenin de çiçeğin de hakkını yemiş olmuyor muyuz o zaman? Bal deyip geçince yani..
Filozof başı iki yana salladı.
-Bu kadar kafanızı yoracaksa, turuncudan vaz geçeyim, başka renge boyayım, diyeceğim.
Her kafadan bir ses çıkıp herkes bir şeyler söylemeye başlayınca, Filozof daldırdı fırçayı boya kutusuna.
-Konuşanın suratını boyarım yemin olsun, dedi. Yüzünüz hurmaya döner.
Ben dahil hepimiz birden bağrışmaya başladık. Filozof yerine oturdu, neşeyle güldü. Maçın sonucunu açıkladı.
-Tamam, siz kazandınız beyler. Kazanan siz olun, ama boyayan ben.
Turuncunun doğru tonunu bulmak için iki saat kadar uğraştı. Boyamak bir saatini aldı. İkinci katı şairler çeker, diyerek fırçayı Orhan’a verdi.

İkinci kat da bitince, birkaç gençle birlikte, dolabın etrafını temizleyip toparladı, o arada çayın altını yaktırdı. “Bayram yerine” bir sandalye çekince, sandalyesini kapan gelip filozofun yanına gelip oturdu. Herkes keyifliydi. Filozof içeriye doğru seslendi:
-Bütün çaylar benden. İmecenin onuruna..

Çaylar güle oynaya içildi, tatlı bir sohbetten sonra bardaklar ocağa verildi. Filozof kalktı, sandalyesini aldı, dolabın karşısına otururken ocağa seslendi.
-İkinci çaylarımız daha demli olsun usta.

Etrafındaki gençlere uzun uzun baktı, dolaba bakarken daldı ve birden gözleri parladı kankamın. Son fırça hamlelerinin ardından sevdalı gözlerle tablosuna bakan ressam coşkusu gördüm yüzünde o zaman. Çok geçmedi, karşımızda turuncu bir dolap değil bir anıt varmış gibi bakıyorduk hepimiz. Filozof dolaba seslendi.
-Taze gelin gibi süzülmesen de iki kelam etsen bize.

O anda kendinden geçmişti. Sevinçten uçmuştu sanki.
Varsa yoksa, güneşten baldan hayattan kopup gelmiş dolabın turuncusu ile etrafındaki gençlik. Her şeye karşın, yaşama sevinci. Hayatın paha biçilmez yığınla ödülü. Her şeye karşın yaşamak, direnmek, direnirken coşku duymak. Hayatlarında ilk kez imece ile bir şeyler başarmış gençler arasında olmak. Hepimizin sevincini kıvancını bir şiir gibi, bazen yüksek sesle, bazen mırıldanarak, göz pınarlarında biriken yaşları silmeden konuştu, anlattı. Ancak bunlar kaldı yıllar sonra aklımda.

Başlarken sahnesine yeniden kavuşmuş usta tiyatrocuyu getirmişti aklıma. Sürgün yıllarının ardından, ilk gün sınıfına girdiği günü de hatırladım sonra. Bir akşam, birkaç gençle birlikte çınarın oraya yürürken tıpkı o tiyatrocu gibi duygularına boğularak anlatmıştı. Öğrencilerinin her birinin elini sıkıp kucaklarken yüreği öylesine çarpmıştı ki ‘göğsümü yarıp dışarı fırlayacak sandım’ demişti.

Bir süre sessizlik bastı mekanı. Derken yeniden dolaba dönüp seslendi:
-Böylesine canlı, böylesine alımlı, böyle güzel olmayalı kaç yıl gelip geçti ömründen? Dile gel de söyle bize.

Şair Orhan’ın sesi zor çıktı.
-Hiç olmamıştır hocam. Bence bir gün bile olmamıştır..
-Abarttın yine, dedi biri arkadan, sanırım Turandı.
-Atma şimdi, olmaz olur mu hiç, diye başka itirazlar da gelince:
-Siz söyleyen o zaman, dedi Şair Orhan. Hangi gün peki?
Şair Orhan dolabın en mutlu gününü siz söyleyin deyince, soluk bir gülüşle güldü Filozof. Önüne bakıp bir süre kımıldamadan öyle kaldı.

İçinde hiç dinmeyen çalkantının farkına o zaman vardım, ıstıraplı izlerini ilk o zaman gördüm. Dolapla konuşurken yüzünde belirip kaybolan kırık gülüşe çok benziyordu. Yüzü, epeydir daldığı zamanlardaki yüz ifadesi ile a6nıydı. İçinde onu depremin bütün hayatımızı kemirdiği gibi on7 kemiren bir dert vardı, bunu onca zamandan sonra ancak o anda açık seçik görmüş olsam da ona soramazdım.
-Erbabının elinden çıktığı gün, diye cevap verdi.
Fısıldar gibiydi. Başını kaldırmadan:
-Doğduğu gündür o gün, diye ekledi.

Şimdi çocukları geçiyor olmalı aklından, diye düşünmeden edemedim o anda. Mehmetcan, ile Elifcik, belki ikisi birden, belki de köyün gelmiş geçmiş tüm çocukları birden. Etrafıma şöyle bir bakındım, Filozofun sesindeki ağırlık gençlerin üstündeki havayı ağırlaştırmıştı. Üç harflileri ağzımıza almasak da halimizle anar gibiydik.
Küçük bir şaka havayı dağıtır, umudu ile:
-Bakıyorum, yine erbaba bağladın işi, dedim sevgili kanka.
-Erbap hayattır kardeş, dedi, yine başını kaldırmadı.

Çok konuşmazdı. Geyik sohbetlerinden uzak durur, sıcak tartışmalara hiç girmezdi. Mekana geldiğinde, ya bahçeye açılan kapının önüne bir sandalye çeker, kestane ağacına bakarak çayını yudumlardı. Ya da ‘bayram yerine’ kendi deyişi ile keyifle tünerdi. Kitap dolabına kitaplar getirdiği olurdu. O kitaplarla ilgili sorulara kısa yanıtlar verir, kılla tüyle ilgili fikrini soranlara birkaç cümle söyler, ardından gelen sorulara:
-Ben bilmem, erbabı bilir, der susardı.
Ona kalırsa, kendisi de hiçbir şeyin erbabı değildi.
-Ne yapıyorsak, hepsini hepimiz babadan atadan kalma yöntemlerle, yani el yordamı ile yapıyoruz. Yemekler bile öyle. Her sarsıntıda yerle bir olan şu evleri erbabı yapsa, onca zaman bu kadar canı yitirir miydik? O kadar insan, kolsuz bacaksız kalır mıydı! Kendisinin de hiçbir şeyim olmadığı çok kesindi. Eğer olsaydı, kendi yaşında biri, herkesin unuttuğu bu kasaba bozması harap köye neden kapanıp kalırdı ki. Sonuç ben bilmem, erbabı bilir.
Bence hepimizden daha bilgili becerikli bir adamdı. Okurdu, çok okurdu. Yazarları fikir adamlarını tanırdı. Kimseye okumadığı şiirler yazardı, iyi bilirim. Almanya görmüş, Amerika’da kalmış, İstanbul’da yaşamıştı. Üstelik düldülün motorundan aküsünden anlar, elektrikten su tesisatına, vantilatörden klimaya, inşaattan ahşap işlerine kadar her türlü tamirat ondan sorulurdu. Olur mu demeyin, filozof on numara beş yıldız bir mutfak adamıydı. Börek açmayı Seher’e onun öğrettiğini bilirim.

Hepsi bu kadar da değil.
Yarası hastası olan eve, babadan kalma sağlık çantasını kapıp çağrılmadan gider; birkaç dakika içinde termometre ve tansiyon
aleti ile teşhis koymakla kalmazdı. İlk yardım çantasından eksik etmediği türlü çeşitli otlarla, kimi zaman da şuruplarla haplarla, acıyı sancıyı öksürüğü keser, ateşi indirir, yara varsa gazlı bezle sarar, gerektiğinde iğne de yapardı. İlaç veya acil doktor gerekirse çare arardı. Hiç erinmeden, düldülü sayesinde kasabadan alır getirirdi. Karşılığında hiçbir şey istemezdi, vermekte ısrar eden olursa da almazdı. Köylük yerdi burası. Para, un, şeker, meyve, sebze vermek isteyenler olurdu:
-Onları muhtaç olanlara verin. Babama anama ettiğiniz dualar yeter bana, derdi. Hepsi onlar sayesinde.
-Sen dua etmezsin de elden neden dua istersin kardeş, anlamıyorum, dedim bir gün ona.
-Görünüşler aldatır insanı can, diye cevap verdi.
-Dua eder misin sen yani?
-Bildiğin şekilde, bildiğin yerde etmem elbette. Sözcüklerle de etmem.
-Peki, onlardan neden dua istersin o zaman?
-Kolayca verecek başka neleri var ki, söylesene. Dua ederlerse borç altında kalmamış olurlar, huzur bulurlar, iyi hissederler. Neden bunu derim, hiç düşünmedim ama herhalde ondandır.

Bizim mekana her uğradığında, mevsimine göre ya bahçe kapısının önüne, ya bayram yerine kendi deyişi ile ‘tüner,’ koyu çayını içerdi. Yanına oturan birkaç gençle sohbet ederken fıkralar anlatır, sorulursa okuduğu kitaplardan anılardan söz eder, en dar zamanlarında bile şen kahkahalar atmayı her nasılsa becerir, ‘şeytanınız bol olsun gençler’ diyerek çıkar giderdi. O gidince, mekan daimi suskunluğuna dönerdi. İçindeki fay kırıklarının onu altına alıp uykusuz mecalsiz bıraktığı zamanlarda bile, o yaşama sevinci devşirmeye teşne tavrı değişmedi. Bu gözledikçe hayret ediyordum. Büyük bir sırrı vardı, onu çok yoruyordu ve benimle de paylaşmıyordu.

Sayısız ve uzun yürüyüşlerimizden birinde yorgunluk çıkarmak için oturmuş, denizi seyrediyorduk. Ona uzun uzun baktım, o yine dalmış kayıtsızca önüne bakıyordu. Neredeyse hapşırır gibi ağzımdan yüksek sesle, istemsizce çıktı.
-Sen bir yaşama ustasın, dedim. Hayatın erbabısın sen.
-Nerden çıkardın yahu şimdi bunu?
Çıkışır gibiydi. Yüzü ekşidi.
Köyün dışındaki küçük tepeye çıkmıştık. Biraya düşkün her yaştaki gencin, yaz günlerinde gözlerden ırak olmak için geldiği çınar ağacının altındaki taş sekki üstünde yan yana oturmuştuk.
-İster kırıl, ister darıl. Ben düşüncemi söyledim, diye karşılık verdim.
-Dostluğumuz derin de ondan, sana öyle geliyor. Abartıyorsun.
-Değil, dedim. Ondan değil. Sen başkasın. Çok başka. Hakikaten farkında değil misin yahu?
Bir şey demedi. Konuyu değiştirmek istediği belliydi.
-Herkes kendince başka can. Hepimiz eksiğiz. En eksiğimiz ise kendini olmuş sanan.
-Tamam, bu çok doğru. Yine de tanıdığım bildiğim herkesten daha çok şey katmışsın kendine, bu da doğru değil mi? Kimsenin görmediği şeyleri görmek, bilmediği düşünmediği şeyleri düşünmek. Hep daha insanca bir yerden ve daima özveri ile saygı ile insanca uygarca bakmak.
-İyi hoş da hayatın erbabı yapmaya yeter mi bu kadarı can? Sen bana her filozof dediğinde…
-Sen hoşlanmasan da filozofsun işte, diye kestim sözünü.
-Dostumsun, kankam. Her şeyinden hoşnut olmam, hoşlanmam neden gereksin ki, gerekmiyor, sen öyle görmeyi istiyorsun, öyle diyorsun, mesele yok. Sen diyorsun diye herkes öyle demeye başladı. Yine mesele yok. Ama gerçek şu ki ben gördüğün veya görmek istediğin gibi değilim.

Kim bilir kaçıncı yüzleşmemizdi.
O tartışmalarda da aynı soruyu sormuştum. Her defasında aynı cevabı almamayı umarak sorardım. Bu kez de öyle oldu.
-Nerden biliyorsun, nasıl bu kadar emin oluyorsun?
-Belki kendimi senin beni tanıdığından daha iyi tanıyorum. Olabilir mi?
-Belki, dedim ama diyecekken araya girdi, diyemedim.
-Belki sen teleskopla bakıyorsun bana, bu yüzden hep ışık görüyorsun, ben mikroskopla..
Bu kez ben kestim sözünü.
-Mikroskopla bakıp mikrop görüyorum, demeyesin sakın, dedim.
Çok güldük.
-Demeyecektim, neden mikrop olayım ki. Başkalarının kötülüğünden sevinç devşiren manyaklardan herhalde değilim. Ama senden farklı baktığım, kesin. Her şeye, yani hemen hemen her şeye sadece bir yerden değil her yerden bakmaya çalışıyorum. Mümkün olduğunda hem mikroskopla hem de teleskopla.

Sustum kaldım.
Ben filozof değilim dedikçe hep sordun durdun bana. Sen nereden biliyorsan diye. Evet, tam da oradan, aziz kardeşim. Sen nasıl o kadar eminsen ben de.. Ben bilgeysem, izin var de ben bileyim o zaman.
-Madem biliyorsun, söyle o zaman kanka.
Sel gibi boşadı birden.
-Bu Allah’ın belirsizlik dünyasından yorgunsun, herkesten hepimizden çok daha yorgun. En azından bir konuda hiç kuşkun olmasın istiyorsun. En azından birileri tam olsun, toprak kadar sadık, güvenli olsun. Bilge de olsun.
-Sence de ancak bir filozof bilebilir, görebilir, söyleyebilir bunları, itiraf erki bu doğru, değil mi?
-Herkes böyle derinliğine düşünmez, bu kadarı doğru. Ne var ki filozof olmak başka bir şeydir azizim. Ayrıca bilmekle yapabilmek bambaşka.
-Ama, bence bilmekte de yapmakta da tanıdığım bildiğim herkesten ustasın sen.
-Nolur böyle övücü şeyler söyleyip de gaza gelmeme çanak tutma, nolur aziz dostum, diyerek kesti sözümü. İnanırsam sana, rezil olurum.
-Neden rezil olasın 6anu, dedim.
-Mehmetcan da Eliifcik azap çeker. Dernekteki çocuklar da öyle. Beni tanıyan herkes, benle selamlaşan herkes bedel öder. Bak, bedellerin en ağırını ben öderim. Suçlusu sen olursun.
-Derdim laf olsun diye övmek değildi herhalde, içimden geleni geldiği gibi söyledim.
-Bilmez miyim? Samimisin, bundan hiç kuşkum yok, derken sırtımı sıvazladı. Her zaman öylesin.

Duygulandım ve içimde tuhaf bir boşluk hissettim.
Onu kaybetmişim, ya da ikimizden birinin bir yanı birdenbire eksilmiş gibi. Bir kazada, ikimiz birden bir yerlerimizi yitirmişiz gibi.
-Sana artık Filozof demeyeyim istersen. Hakan derim bundan böyle.
-Ne istersen onu de, çok dert değil, dedi ve gülmeye başladı.
-Ne düşündün de güldün, merak ettim.
-Sen artık filozof demesen de başkaları aynen öyle devam eder. Hakan diyecek olsalar da Ulu Hakan derler belki. Şeyh uçmaz, mürit uçurur, diye bir söz vardır. Duymuşsundur.
-Sence çok abartıyor olabilir misin şu anda?.
-Herkes abartır, ne var ki hakanlarla filozoflar en çok abartır! Şaka bir yana.. Gerçek şu ki, ben ne filozofum, ne de hayatın erbabı.
-Peki, dedim. Bu senin gerçeğin, bunu hep söylüyorsun, öbürü de benim gerçeğim. Bırakalım öyle kalsın.
-Klasın elbette.
Dayanamadım, gerçeği bir kez daha söylemek istedim.
-Hiç kimse senin kadar derin düşünmeyi bilmiyor buralarda. Bunu sen de biliyorsun, değil mi?
-Anlaştık can kardeşim. Diyelim ki biliyorum. Ama filozof veya hayatın erbabı olacak ben gibi bir hıyar bu bok çukurunda bunca yıldır neden debelenip durur? Söyler misin neden?

Buna cevabım yoktu. Onu çok yoran ağır bir sırrı olduğunu biliyordum. Ona en yakın insan sanırım bendim. Bana da açmamıştı. Bildiklerimden çıkarmam belki mümkündü. Mesela, bizim Örüklü’ye bir ara, omda iğreti duran bir telaşla talip aradığını sezmiştim. Şair Orhan’ı bir haftada iki kez yemeğe çağırdığını söyleyince, hemen bu ihtimal geldi aklıma. Onun söylemesini bekledim. Ondan ses çıkmayınca Orhan’ı yokladım. Kıza ilk görüşte tutulmuş ki buna şaşırmadım. Ancak kız, başka sevdiğim var diye savmış onu besbelli. Veysel babanın ruhu şad olsun, hayır cevabı ile birlikte, ateş Orhancığın dünyasındaki tüm bacaları sarmış. Verme fırsatı bile bulamadığı deste deste şiirler yazıyormuş kız için.
-Neden istemiyor sence Elifcik. Başka biri mi var gerçekten?
-Bilmem, dedi Orhan. Yaşı benden büyük, eniştesini, yeğenini bırakmak zordur belki. Ayağının sakatlığından da olabilir. Başa biri, bence en son ve en zayıf ihtimal bana kalırsa. Biri olsa, Filozof bilirdi. Mehmetcan mutlaka bilirdi.
-Doğru, dedim kendi kendime. Mehmetcan da bilirdi.
Ama başka biri nasıl olurdu ki buradaki insan kıtlığında. Olsa bile, ailesini ablasını depremde yitirdiği zamandan beri, yanaş aşağı yukarı on yıldır, onun evden çıktığını gören mi var?

Lafı bok çukuruna bağlayınca, ister istemez aklıma geldi bütün bunlar.
Bodoslama girdim konuya.
-Anlatacağım diyeli neredeyse iki yıl geldi geçti can. Dernek telaşı girdi araya. Artık zamanı geldi diye, her Allah’ın günü bekliyorum. Üzülürsün diye soramıyorum da. Bana anlatmasan kime anlatacaksın? Neden erteleyip duruyorsun?
-Çok tatsız da ondan. Anlatmak ağır geliyor. Belki yazmak daha kolay. Uzakta birine yazmaksa çok daha kolay.
Şaşırmıştım.
-Kim var ki uzaklarda, kim geçiyor aklından?
-Vardır birileri, yoksa da arasam bulurum. Mesela, meslek dersleri öğretmenim. O ne yapardı benim durumumda merak ediyorum. Adresi yok bende, bulurum er geç.
-Bak, dedim. Anlatması zor, diyorsun. Boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor, diyorsun. Yüz yüze anlatmak istemeyince, yaz o zaman dedim, yazmıyorsun. Şimdi de uzakta birine olsa diyorsun. Kaçıyorsun sen. İlk kez, kaçıyorsun.
-Oysa filozoflar kaçmaz, diyorsun. Öyle mi dostum?
Kinaye ile iğneleme arasında bir vurgu vardı söyleyişinde.
-Hayır, demiyorum kardeş.
-Diyemiyorsun çünkü… Neyse.. Ebedi ve ezeli uzlaşmazlığımız olan konuya tekrara girmeye hiç gerek yok şimdi.
-Az önce uzlaştık zaten.
-Anlatmam gerek benim başımdaki derdi. Önemli olan bu. İster yazarak, ister konuşarak. Belki bir kişiye değil, birkaç kişiye. Haklısın… Hem de yerden göğe kadar. Uzakta birine yazmak..
-Bak ne diyeceğim kanka, diyerek sözümü kestim. Birkaç haftalığına kalkıp Antalya’ya gitsem, diyorum. Belki o zaman hemen yazarsın bana?
Güldü çelişkisine, iğneyle damardan girmişken aynen devam ettim.
-Yok, Antalya pek uzak değil, diye itiraz edersen, sen nereye dersen hemen yarın kalkar oraya giderim kardeş, giderim, yeminle.
-Yeter yahu, o kadar da sıkı haşlamasana beni azizim.
-Fena halde kaygılanır oldum halinden, söylemesi hoş değil; gece yarıları uyanıyor, sabaha kadar uyuyamıyorum, derdin nedir diye kurup durmaktan neredeyse kafayı yiyeceğim.
-Özür dilerim, sana haksızlık ermişim bilmeden. Söz, dedi.
Elini kaldırınca dönüp ona baktım.
-Hafta sonu meseleyi özetleyen bir sayfalık mektup elinde olur. Sen de uygun zamanında yazarsın. Gücüm yeterse, yüz yüze de konuşuruz. Kıçımdaki yarayı bile sana göstermekten çekinmem, yeryüzünde bu kadar yakın bir tek dostum var. İyi ki de varsın. Buna rağmen, aylarca tereddüt ettiysem, kıçtaki beladan beter bir maraz var başımızda da ondan. Okuyunca görürsün.
-Bekleyeceğim, dedim ve sarıldım ona.

Sözünü tutardı. Hafta sonuna kadar bekletmedi beni. Cuma sabahı, çocuklardan biri elinde sarı bir zarfla sınıfa girdi.
-Öğretmenim yolladı, dedi.
Yazmıştı sonunda.

Yazıyı okuduğumda olduğum yere çöktüm. Hakikaten içinden çıkılmaz bir çukurdu bu. Öyle bir düğümdü ki, çözmek nasip olmadı.

Çukuru anlatmaya, en iyisi çocukluğundan beri hep Örüklü dediğim Elifcik ile başlamak. İnsan unutuyor, kırk yıllık hayatımızda gördüğümüz en büyük deprem, on yıl önceki deprem değildi. Yine de, ömrünün en büyük darbesini, herhalde o depremde yedi kankam. Sabahın şirin uykusundan sarsılarak uyandık. Şiddet yüksekti. Arama kurtarma çalışmalarına, gün doğumu ile başladık. Öğlene kadar, bizim kankanın iki katlı beton evinin göçüğünden kimse sağ çıkmadı. Bizimkinin annesi ile iki erkek kardeşi, kayın pederi, kayın validesi ile iki oğlunun cesetleri çıktı. Üst kattaki iki haneden kimse sağ çıkmayınca, alt kattan hayır gelmezdi.

Öyle olunca, bende ne takat kaldı, ne umut.
Yine de aramayı sürdürdük tabi. Öğlenden sonra, Mehmetcan ile küçük teyzesini bir arada bulduk. İkisi de baygındı, ikisi de soluk alıyordu. Mucizeydi bu. Herkes sevinçle bastı alkışı. Umutla birlikte gayret geldi, daha hızla kaldırmaya başladık molozları. Bir saat sonra, filozofla yengemizi çıkardık, sevinçten ağlayanlar, bağırarak dua edenler az değildi. Ne yazık ki yengede ne can vardı, ne nefes. Onu sağlıkçılar aldı götürdü. Filozofun başında darbe vardı. Yarı baygın, sayıklıyordu. Revire dönüşen kendi sınıfında yatacak, tıp stajyerleri bakacaktı ona.

Ertesi günü çoğunlukla baygın geçirdi. İki katlı evden bir tek oğlu Memetcan ile teyzesinin kurtulduğunu ona nasıl söyleyecektik, bilmiyorduk. Tuhaftır, akşam üstü ayılıp epeyce kendine geldiğinde ilk sorduğu çocuklar oldu.
-Mehmetcan kurtuldu mu?
-Evet, çok şükür kurtuldu, ufak tefek sıyrıkları var, dedik.
-Elifcik.. O da iyi mi?
-İkisi de revirde, iyiler. Maşallah sen de iyisin, dedik.
-Şükürler olsun, diye iç geçirdi ve öylece daldı bir süre.
-Benim hanım, annem kardeşlerim, onun babası annesi, çocukları?
Sakın öldüklerini söylemeyin, diye sıkı sıkıya öğütlemişlerdi stajyerler. ‘Kötü haberle kolayca şoka girer,’ demişlerdi.
-Çıktılar, dedim. Onlar da çıktı.
Yalan değildi. Cesetleri çıkmıştı. Beni iyi duydu mu, duyduysa da anladı mi, emin değildim, yanıtımla birlikte gözlerini kapadı, başını yastığa koydu. Acıları sızıları vardı, ilaçların tesiriyle olmalı, birden uyuyakaldı.

Ölüm haberlerinden ilkini üç veya dört gün sonra ona itiraf etmek zorunda kaldık. Kendine gelir gelmez:
-Beni Seher’e götürün, dedi, gözlerimle görmesem inanmam yaşadığına.
İki gün boyunca akla yatkın bahanelerle oyaladık, durduk. Ertesi gün öğlen üzeri, hem de bağırarak eşine gitmek isteyince kaçarımız kalmadı.
-Onu ne yazık ki kaybettik, dediğimde, bir yanına bıçak saplanmış gibi kasıldı, acıdan kıvrandı. Dudaklarını ısırırken elleri ile yüzünü kapadı, başını yastığına gömüp aralıksız ağladı. Uyku iğnesi etkisini gösterince uyuya kaldı.

Mehmetcan ve teyzesine, bizim hanım mecbur kalıp sağlıkçılar desteğinde vermiş kötü haberi. Gelip anlattı. Duyunca, donmuş kalmış oğlan, ağlayamamış bile. Hemşire, oğlanın ödü patlamasın diye burnunu sıkıp ağzını açtırmış, su içirmiş. O arada Elifcik yatağında hıçkıra hıçkıra ağlayarak ve bağırarak dövünüp duruyormuş. İğne ile sakinleştirmişler onu.

On gün kadar sonra ayaktaydı Filozof. Başındaki yara hızla iyileşiyordu. Sırtında, ayağında ağrılar vardı. Ağrı kesiciler iyi iş görüyordu. Ayaklanır ayaklanmaz, kararlı bir tavırla:
-Beni çocuklara götürün, dedi.
Şans eseri, aynı odada ikisi yalnızdı. İçeriye girmemizi istemedi. Kapıda bekledik. Ağlaşmaları dışarıya taşıyordu, üçünün birden ağlamasına dayanmak katı bir yürek isterdi. Dayanamadık, revirin bahçesine attık kendimizi. İki saat sonra, gözleri ağlamaktan kızarmış, yüzünü yıkamış olarak geldi bahçeye. Suskundu. Elleri de, sesi de titriyordu..
-İkisi de çok ama çok sarsılmış, dedi, boğuk bir sesle. Elifcik daha berbat.
-Hepsi geçecek, zamanla elbet geçecek dedim. Şimdi bize gidelim, dinlenmen gerek senin. Yengen acılı dolma yaptı sana. Yersin.

Kalktı hemen, ilaç torbasını aldım elinden arabaya binerken. Yol kısaydı, kimse konuşmayınca uzun geldi. Evde üstünü değiştirdik, misafir yatağına yatırdık. Sıkça yutkunuyor, kesik kesik konuşuyordu.
-Mehmetcan hala donuktu, dedi bir ara, sonra uzunca sustu.
-Sanki küskündü bana, diye ekledi.
Gözlerini kapadı bir süre. Açtığında boş gözlerle etrafına baktı.
-Kırığı çıkığı, ağrısı sancısı yokmuş.
Laf olsun diye araya girmek istedim.
-Mucizeler çocuklara, yani en çok da çocuklar için.
-Onu da alsaydık keşke gelirken, dedi eşim. İkisinin de yatakları hazır.
‘Olmaz’ anlamında yukarı kaldırdı başını.
-Ablasına yoldaş olmak ister şimdi o. Öylesi ikisi için de daha iyi bence.
-Çocuklar için çok zorlu bir dönem, dedi hanım. Birkaç ay sonra..
-Elifçik bir hafta daha kalacakmış. Sağlıkçılar öyle dedi.

Neden diye sormadım. O da söylemedi. Durumunu bildiğimizi söylemek istemedik. Elifcik için iki hafta da yetmedi. Besbelli, sağlıkçıların ilaçları iğneleri derdine yaramadı. Bir gün kırık dökük bir ambulansla kasabaya hastaneye götürdüler onu. Filozof yanında gitti. Mehmetcan da istedi birlikte gitmeyi. Ambulansın yanıbaşında bile sürdü ısrarı.
Babası başını okşadı, öptü onu.
-Sen derslerini aksatma, dedi. Bolca da dinlen. Olur mu? Nasılsa yerin yatağın hazır, üstelik öğretmeninle birlikte kalacaksın. Yakında gelirim ben, çok kalmam.

Mehmetcan ‘annem’ diye bize görünmeden her fırsatta ağlıyordu, epey zorlandığı kesindi. Yine de her geçen gün kayıplarına alışıyordu. Okula başlaması da, dinlenmek de iyi geldi ona. Filozof üç gün sonra döndü. Ölenleri anmıyordu. Bütün derdi Elifcik olmuş çıkmıştı. Mutfakta çay içiyorduk. Pat diye çıkardı ağzından baklayı.
-Elifçik Ankara’ya gidecek yakında. Ameliyat diyorlar.
-inşallah iyileşir tez zamanda.
-İçim yanıyor kız için, dedi.
-Yanmaz mı hiç?
-Benim bir korkum var, azizim. Topal kalırsa, fena. Doktora sordum, ikircikli konuştu. Bir de ölmekten iyidir, diye teselli etmeye kalktı adam beni. İyi mi?

Üç gün sonra, ders arasında Filozof sararmış bir yüzle yanına çağırdı beni. Bahçeye çıktık. Yüzü az önce kötü bir haber almış gibi sapsarıydı.
-Ayak gidici, dedi yine. Ne ona ne oğlana söylüyorum şimdilik. Bence, kesin gidici.
Kasabadan döndüğü güne göre daha solgundu yüzü. O haberi bana söylediğini besbelli unutmuştu. Kaygı tuttu beni. Belli etmeden:
-Anladım, dedim. Bu da geçecek, merak etme.
-Geçecek ama, delip geçecek. Çok üzülüyorum.
-Farkındayım can, dedim. Aşırı yorgunsun. Eve git de dinlen, sen. Müdüre haber veririm, senin sınıfla da ilgilenirim. Merak etme.
-Peki, dedi, dönüp sımsıkı sarıldı bana.
Hıçkırmamak için kendini zor tutuyordu. Başını göğsüme dayadı.
-Uyumalısın, dedim. Uyku hapı al, uyu hemen. Evde var, yengen verir.
-Bende de var. Tesir etmiyor ama hiç.
-Dozu arttır o zaman.
-Günde üç tane alıyorum, derken “daha ne yapabilirim” der gibi ellerini iki yana açtı.
-Üçten fazla almaktan korkuyorum ben.
-Neden, diye aptalca sormuş bulundum.
-Ben de ölürsem benim yetimler öksüz de kalacak, diye korkuyorum.
Sarıldım ona, dost makamında ağlaştık biraz.

Xxx
Depremin üstünden bir ay geçti, filozof iyice toparlanmıştı, oğlan da iyi sayılırdı. Beş kişilik bir aile olmuştuk artık. Tek eksiğimiz, herkesin Elifcik diye andığı bizim Örüklü idi. Bir ay daha geçti, Ankara’dan bir ambulans getirdi onu. Hemen kapıya koştuk. Onca ceset gördüm, göçük altından onlarca ceset çıkardım, o kızı bizim bahçede koltuk değneği ile zar zor yürürken gördüğüm amda olduğu kadar hiçbiri koymadı bana. Bizde kaldıkları altı ay boyunca, okula gitmeyi hiç istemedi. Odasına kapanmış hep okuyordu. Az konuşuyordu. En ufak bir sevinç izi bile göremez olmuştuk yüzünde.

Onun çocukluğunu da iyi bilirdim. İncenin incesi, hayat dolu bir kızdı. İlkokul yıllarında, kıvırcık sarı saçları beline kadar inerdi. Bir gün okul bahçesinde bir o yana bir bu yana koşup dururken gördüm onu. El ettim, koşarak geldi.
-Saçlarını ne güzel örmüşsün, dedim, yanakları kızardı.
-Ablam örer, öğretmenim. İki günde bir yıkar, sonra tarar, sonra örer.
-O örerken sen ne yaparsın peki?
-Onu dinlerim.
-Nasıl yani? Ne dinlersin?
-Şarkı türkü söyler, masal söyler, uzak memleketleri anlatır. -Daha başka?
– Kendi öğretmenlerini, arkadaşlarını, filmleri, okuduğu kitapları anlatır.
-Sen ne yaparsın o zaman?
-Gözlerimi yumarım.
-Neden, neden yumarsın gözlerini?
-Ablamın anlattıklarını iyi görmek için.. Bir de gözlerim kapalı olunca, onu daha iyi duyuyorum o zaman.
-Örgülerin onu dinlediğin için mi bu kadar güzel oluyor senin? Yoksa gözlerini kapattığın için mi?
-Bilmiyorum öğretmenim. Belki ondandır, belki güzel anlattığından.
Durdu, yere bakarken düşündüğü belliydi.
-Seher ablam her ne yapsa güzel olur ki zaten, deyip kaçar gibi uzaklaştı yanımdan.

O günden sonra tatlı kızın adı ‘Örüklü’ kaldı bende. Annesi hastalanmıştı. Bir türlü iyileşemediğini, ona hep ablasının baktığını zaten biliyordum. Nerede görsem, Örüklü derdim ona. Ancak sadece koltuk değneği ile yürüyebildiği günlerden sonra, belki deprem onu hem ablasız hem annesiz bıraktığından o güzelim saçlarını hep kısa kestirir oldu. Örüksüzdü artık.

Filozofla çocukların altı ay misafirlikten sonra yerleştiği yeni eve arada bir uğradığımda, onun ayaklarına bakmaktan ister istemez kaçınmış bulurdum kendimi. Okul bahçesinde nefes nefese koşturan ele avuca sığmaz, hayat, umut ve coşku dolu çocuğun güleç yüzü gelir aklıma hep. Gözlerinden yaşama sevinci fışkıran tatlı kızla konuşur gibi konuşmaya boşuna çabalarım.
-Nasılsın bakalım Örüklü, dediğimde ağzını bile açmaya takati yoktur sanki. Kuru, duru, yorgun, basma kalıp yanıtlar verir. Çok geçmeden izin ister, odasına kapanır.

Onu genç yaşında bu denli yoran hayata içimden isyan ederim.

Onun uçarı günlerinin üzerinden yıllar geçti. Bizim üstümüzden ise üçü büyük, beş veya altı deprem daha geçti. Zaman her şeyin ilacı, sabır her derdin dermanı demişler. Yalan değil. Filozof ve iki çocuk, yeni evlerinde yeni bir düzen kurdular. Hepsi memnun mesut görünüyordu. Mehmetcan gayet memnundu, teyzesi ona annesinin yokluğunu elbette aratmamıştı.
Eski coşkusunun yerinde yeller esse de, küçük teyze de her şeye rağmen sanırım memnun olmalıydı. Sağ ayağı ile birlikte bütün ailesini almıştı deprem. Ablasının genç yaşında gidişi belki hepsinden ağır geldi. Zaten annesinden ziyade onun kızıydı. Babasından çok, Filozoftan beslenmişti. Her zaman o vardı yanında. Kitaplar, filmler, şiirler, bilmeceler, bulmacalar, oyunlar. Mehmetcan ile hep bir tutmuştu onu. Depremden sonra resmen evlat edindi, iyi de etti. Resmen onun kızı oldu.

Filozof deseniz, şikayet etmeyi seven biri değildi, yeni düzenden o da memnundu. Depremde eşini, eşinin ailesini ve kendi annesi ile kardeşlerini kaybetmişti, neyse ki oğlu vardı Mehmetcan, bir de oğlunun ablası. Yani kızı. Eşini kaybettiğinde, bizimki henüz otuz otuz üç yaşındaydı. Evlenmeyi aklına düşüren de üstelenen de çok oldu. İstemedi. Evlen, diye tutturanlar arasında, en yakın dostu olarak ben de vardım. “Yalnız yaşanmaz, kardeş” dedim sık sık. Tınmadı hiç. Bu konu bir kez daha açıldığında ben benzer şeyleri söyleyince:
-Yalnız sayılmam ki ben, dedi. Çocuklarım var. Kitaplarım, sınıfım var. Şiirlerim, yarılarım. Karga Sevenler Derneğimiz var, gençlerimiz, Şair Orhan, Turan, Ayhan ve ötekiler.

Neredeydik, aklımda kalmamış. Yürüyorduk. Bir an durduk, karşıma geçti. İki eliyle iki omuzumdan tuttu. Gözlerini gözlerime dikti, her cümlesinin sonunda nokta kor gibi beni omuzlarımdan sarstı konuşurken:
-Ve sen dostum. Sen varsın. İlla sen ve en çok da sen, can yoldaşımsın, kardeşim, arkadaşım, dostum, azizim. Kimde var bu kadar güzellik şu yer yüzünde, söylesene bana, kimde var bu kadarı? Neden bana yetmesin ki?

Coşkusu inancı karşısında sadece yutkunabildim. Ellerini çekti, yeniden yan yana yürümeye başladık. Koluma girdi.
-Mehmetcan hayatıma girecek birini zaten kaldıramaz, kardeş, dedi. Elifcik de çok zorlanır. Onun da babası sayılırım. Seher kıskançlıktan belki bir kere daha ölür öte yanda.
Biraz durdu.
-Hadi bunların hiçbiri geçerli değil, diyelim, diyerek devam etti. Söyle bakalım kardeş. Tanımadan bilmeden, eş olabilir mi insan birine, öyle evlenmek olacak şey midir yahu? İhtirasın gereği yok, şehvetlerimize kılıf uydurmanın da zamanı değil artık. Kaç günlük dünya ki bu? Hele şu deprem köyünde, böyle şeylerin hiç lüzumu yok. İki evladın sorumluluğu bana yeter; onları mutlu etsek, bu kadarı ile yüz akıyla başa çıksak, zafer sayılır.
Sustu, biraz yürüdük. Tekrar koluma girdi.
-Yeter demek iyidir. Kanaat etmek iyidir. Nimet gibi görünen şeylerden vaz geçmek de iyidir. Hakkın olan şeylerden vaz geçmek de öyle. Merak etme, bu hayat böyle de yaşanır. Hem de her şeye karşın güzel yaşanır. Yeter ki buna emek verelim.

O günden çok sonra dank etti kafama: Yalnız kalmamak için bilmediği biriyle evlenecek bir adam değildi, madem bilirdim bunu de evlenmesi için neden o denli ısrar ettim peki? Düpedüz aptallığımdan. Çok sevince etraflıca düşünemez oluyor insan, bildiğini unutuyor. Herkes için uygun olan, dostuna uyar sanıyor. Duaya inanmayıp duasız kalmayan bir adam, aşka inanmasa da aşksız evlenmezdi elbet.

Mehmetcan da öyleydi.
Filozof ve Mehmetcan öyle ise Örüklü neden ve ne kadar farklı olabilirdi ki?

Elma ağacının altına armut düşer mi hiç?

…..

Zarftan mektup çıkar, diye bekliyordum, bir bilmece çıktı.
Belki zeka oyunu desem, daha doğru. Çok katı bir çaresizliği çarpıcı bir şekilde anlatıyordu.

Notlar bölümünde bilmediğim bir şey yoktu.
Öbür zorluklar çok net açıklamamış olsa da, olan biteni hayal etmeme yetecek malzemeyi koymuştu satırlar arasına.

“Dört yanın beton duvar, tavan da beton ve yerden dört metre yüksekte. Karşındaki kapı tek parça dökme demirden, üç yerden kilitli.

Odanın ortasında gürgen bir sandalye, önünde çekmeceleri kilitli bir masa. Masanın sağındaki duvarın önünde koca bir saksıda bodur bir çam ağacı. Yanında kestane ağacından beş raflı bir kitap dolabı. Raflar kimi el yazması, kimi matbaa işi kitaplarla dolu.

1. Kitapların hiçbiri bildiğin dilde değil.
2. Masanın üstündeki mor kadifeden bir torbada bir tomar anahtar var, hiçbiri kilitlerden birini bile açmıyor.

Bu iki gerçeği, oradan ne zaman istesen çıkabileceğini sandığın ve kitapların hepsini okumakta olduğuna inandığın çok uzun bir zamandan sonra fark ediyorsun.

Ve oradan kaçıp kurtulmayı düşünüyorsun. O arada, çocukların kendi aralarında yaşadığı adını anamayacağın garipliklerle, her ikisinin seninle aşamadığı aşamayacağı takıntılarla baş etmeye uğraşıyorsun.

Karını depremde yitireli on yıl olmuş.
Sen kırkların başındasın.
Oğlan yirmisinde, kız yirmi beşinde.

Aşk sandıkları çılgın bir cinsel çekim var aralarında. Kız depremden topal kalmış, eve kapanmış. Bir tek kitaplardan öğrenmiş hayatı. Ve hiçbir sınır tanımadan hem oğluna, hem sana her fırsatta yürüyor.

Oğlanda zaman zaman sana karşı alev gibi parlayan bir öfke ve sürekli kıskançlık halleri var.

Nasıl kurtulursun bu açmazdan?
Daha iyisi.. Nasıl kurtulursunuz?

Not:
Kız, öz kızın değil; eşinin öz kardeşi. Onu evlat edinmişsin.
Evliliğinizin ilk yillarında, uzun zaman çocuğunuz olmamış. Eşinin kız kardeşi doğmuş, kendi çocuğunuzmuş gibi sahiplenmişsiniz. Ele avuca gelir gelmez çok sık sizinle olmuş. Öz annesinden ziyade ablasının, öz babasından ziyade senin kızın olmuş. O beş yaşındayken sizin oğlan doğunca, kardeş gibi birlikte büyümüşler. Önce ablalık yapmış ona yıllarca. Ablasının ölümünden bu yana geçen on sene boyunca annelik yapmış oğlana. Aynı zamanda, evin yemeği, bulaşığı, çamaşırı, temizliği ve bütün düzeni onun eline bakar olmuş.

Önce evin bebeğiydi, sonra evin kızı, ardından evin kadını oldu. Şimdi babası ile oğlunun ortak kadını olmak istiyor. Bu bir aşk üçgeniyse, kesin olarak çarpık bir üçgen, diyorsun, hiç aldırmıyor.

-Olsun da varsın çarpık olsun, diyor da başka bir şey demiyor.

İki köşegenin hoyratlığı altında ezilip kalan sen üçgenin çarpık köşegenisin.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir