Birey Yoksa Entellektüel Zaten Olmaz

Alev Alatlı’nın ölümünün ardından onunla ilgili değerlendirmeler ister istemez memleketin dar mahfillerinde entellektüel kavramını yeniden gündeme getirdi. Rahmetlinin gayet üretken bir kişilik olduğundan kuşku yok. Hayatı boyunca yazdı, konuştu, kitlelerce değilse bile belirli bir kesimde tanınır bilinir oldu. Buna karşılık, onun düşünce hayatımıza en dişe dokunur katkısının yerli ve milli söyleme yaptığı derme-çatma destekler olduğunu düşünüyorum. Toplumumuzla ilgili vasatlık sorununu taçlandıran onun paçozlama teşhisini ilginç bir gözlem olarak not etmeliyim.

Hakça davranmak için hemen eklemem gerek: Safsata Sözlüğü onun kültürümüze ve özellikle düşün hayatımıza yaptığı en büyük ve gerçekten önemli bir katkıdır.
Sözlük bildiğim kadarı ile basılmış değil, internette kolaylıkla bulunabilir, incelenmeye değer bir üründür. Aklımızı fikrimizi öldürücü bir virüs gibi sarmış ve doğru düşünmemizi neredeyse imkansız hale getirmiş olan safsata belasının ülkemizde anlaşılmasına yaptığı katkıyı gerçekten çok değerli buluyorum. (Alatlı’nin önderliğinde yapılan o derleme çalışmasından yıllar sonra aynı konuda yayımlanan bildiğim tek kitabı da yeri gelmişken anmalıyım: Safsatalar Ansiklopedisi. Immanuel Tolstoyeski)

Öte yandan, ne bu emsalsiz katkı, ne başka çalışmaları, kitapları, söyleşileri onu bir entellektüel olarak görüp öylece nitelemeye bence yetmez. Elbette bizi bu sonuca götüren birçok gerekçe var, aşağıda vereceğim alıntı yeterince açıklayıcı, bu kasımda ayrıca açıklamak gereksiz. O nedenlerden sadece birine hemen değinmek ise bu yazının odağı açısından çok yerinde görünüyor.

O neden şu: Düşüncede ve eylemde bağımsızlık ve özellikle iktidara karşı bağımsızlık entellektüellik tanımının ‘olmazsa olmaz’ unsurlarından biri. Alatlı’nın özellikle son yıllardaki duruşuyla bu bağımsızlığı koruyabildiği herhalde söylenemez. Bu konuda daha fazlasını bilmek isteyenlere Sayın Mustafa Öztürk’ün onunla Gencebay’ı birlikte incelediği çarpıcı videosunu izlemelerini öneririm. ‘Üç günlük dünyaya değer miydi” diyerek rahmetliyle ilgili hayal kırıklığını bu cümleye sığdırmış olsa da Akif Beki’nin yazısı aynı gerekçeleri bşr başka bağlamda görmeye yarayabilir.

Bu yazının amacı ise şu soruların geçerliliğini düşünmek:
Onun son ömründe iktidara ve devlete açıkça yaslanması neden bu denli yadırganır, kendisine verilen devlet sanatçılığı payesi neden çok görülür, onun iktidarın sığ görüşlerine destek olabilecek analizleri neden tu kaka edilir, neden sen töreninde en tepedeki ağızla ‘ablalalarun ablası’ sıfatı ile öte yana uğurlanması ile somutlaşan paçozluk konusundaki hazin ibret dersi algılanmaz, anlamakta zorlanıyorum.

Tüm bu gereksiz eleştirilerin nedeni sanırım, bizde okumuş yazmış kesimin bu topraklarda iktidara yani devlete yaslanması geleneğini yeterine görmeyecek ölçüde kör olmasıdır. Ezberimiz bu örnekte de görmemizi, düşünmemizi engelliyor. Rahmetli, kültürel ve ekonomik yapımızla tutarlı o geleneğin ne ilk, ne son örneğidir. Oturduğu mekanın haşmeti şatafatı söz konusu edildiğinde de durum aynıdır, son tahlilde o bir devlet sanatçısıdır. Kıymetli hizmetleri yüksek mevkilerin yüce takdiri ile belki fazlası ile cömertçe ödüllendirilmiş olabilir.

Meselenşn esası dururken örneğe odaklanmak, onu aşırı ölçüde önemsemek bana anlamlı gelmiyor. Asıl önemli olan, şu gerçeği görmekten, görsek de anlamaktan kaçınmamız ve böylece meselenin esasını kavramakta yetersiz kalıyor olmamız. Cumhuriyet öncesinde olduğu sonrasında da bu topraklarda siyasal ve ekonomik güç hep tek merkezde toplanmıştır. Çok partili düzene geçildikten sonra bile bu gerçek ciddi bir şekilde değişmiş değildir. O nedenle, yazar çizerlerin ve düşünürlerin o merkezin uydusu olmaları kaçınılmazdır, güç merkezinin çekiminden çıkmaları pek de söz konusu olmaz. Çünkü başkaca bir çekim merkezi zaten yoktur. Düşünürü yani bağımsız bağlantısız ve özgür düşünürü destekleyecek bir toplumsal tabakalaşma bizde henüz oluşmuş da değildir. Merkezin çevresinden ırak kalanların ne denli özgün ve ne kadar özgür ve bağımsız oldukları sorusu bir yana, başları dertten kesinlikle kurtulmaz. En iyi ihtimalle sesleri duyulmaz. Duyulsa da bir biçimde susturulmaları kolay ve mukadderdir.

Öyleyse Alatlı’dan veya her cenahta her dönemde mebzul miktarda var olan sayısız benzerinden entellektüel tavır beklemek abestir, çünkü veri ortamda hür ve müstakil düşünüp öyle davranmak esasen eşyanın tabiatına yani egemen sosyal gerçekliğe aykırıdır.

Cumhuriyet dönemi güya aydınlarının da belki birkaç tartışmalı istisna dışında aynı kaderi paylaştığı düşüncesindeyim. Çoğunun görevi yeni ve çağdaş paradigmanın yerleşmesine destek olmaktı. Bu saptama tatsız gelse de gerçektir, üstelik gayet doğaldır.

Benzer bir ezber daha var, onu duru bir şekilde ortaya koymak için için doğrudan soralım şimdi: Özgür ve bağımsız bireyin istisnaen var olduğu ve her fırsatta ensesinde boza pişirildiği bir toplumda, entellektüel nasıl var olabilir, varlığını bağımsız olarak nasıl sürdürebilir ki?

Sözün özü: Ezberlerimiz yüzünden katı gerçeklerimizi görmezlikten gelip gölgelerle savaşıyoruz. Temel meselelerimizin türevlerine odaklanıyor, içeriksiz tartışmalarla bölünüp parçalanarak birbirimizi çelmelemekten öte düpedüz dumura uğratıyoruz. Asıl meseleye ise tüm toplum olarak kör bakıyoruz. Entellektüel konusunda, ekonomik ve siyasal gücün bu denli merkezleşmesi kök sorundur. Gelişmemiş ekonomik yapı ve yoksulluğumuz başka türlüsüne imkan vermiyor, düşünmek yerine ezberlerle övünüyor, avunuyoruz.

Bu yapı, çoğulcu bir sosyal ve siyasal oluşum zaten imkan vermiyor.Ürettiği paradigma tekeli, tek tip insan yetiştiriyor, çağdaş birey için hava su gibi zorunlu özgür ve bağımsız düşünceyi her araçla köstekliyor; geleneksel doğmaları kutsallaştırıyor. Tek cümle ile tersinden de söylenmeli: Türkiye hala bir cemaat toplumudur. Birey toplumu olmaktan ise bugün bile fersahlarca uzaktır. Üstelik, Alatlı’nın kulaklarını bir kez daha çınlatmak için tekrarlamalı: Yerli ve milli olmaya çalışan bir cemaat toplumudur.
…..

Yazıyı yazdıktan sonra merak edip yeniden baktım. Kimdir entellektüel, diye soracaklara Vikipedi şöyle yanıt vermiş:

“Günümüzde, bütün dinler ve uluslar ile etnisiteler karşısında “seküler” (hepsine bilge insan kimliği ile eşit mesafede) duruşu olan her konuda “veri/bilgi”nin nerede olduğunu bilen ve süratle ulaşabilen bu kimliği ile ham bilgiyi uluslarüstü kullanılabilir veri haline getirip makro bazda insanlığın kullanımına açan kişidir.

Ulus ve “ulus devlet” kavramlarının ortaya çıkmasından sonra entelektüel tanımı ile aydın tanımı karıştırılmaya başlanmıştır. Aydın; genelde “kendine göre doğru savlar için bilgi/veri toplayan” kişidir ve bu bağlamda çok okumuş bir insandır. Bilgisini İnsanlık için değil güncel “ulus/etnisite” aidiyeti amaçlı kullanan kişidir.

Osmanlı’da ulemalar (alimler) bilgiyi kuran, taşıyan, egemen hale getiren bir sınıftı. Cumhuriyet’te ise Türk aydınlanmasının aydınları ortaya çıktı. Fikir dünyasına ait bu tanım iki tip aydın üretti: Ruhban, gelenekçi entelektüel ve laik, yenilikçi entelektüel. Her ikisinde de İlk Çağ’dan kalma misyonculuk, yani cahil kitleyi bilgili etme tavrı görüldü. Kavramın öznesi Yeni Çağ’da bilginin bireyselleşmesi ve spekülatiften aksiyona geçmesiyle bir sınıfın, bir ideolojinin temsilcisi olarak yerleşti. Siyasi iktidarın karşısında oldu.”

Bu uzunca alıntıdan sonra temel fikre dönelim yeniden:
Batıya bakıp cemaat toplumunda entellektüel aramak tam da bu nedenle karanlıkta kara kedi aramaya benziyor dostlar. Yani tamamen boş iş. Safsata hatasının safsata tavrına dönüşmüş güya aydın hallerinden biri.

Karanlıkta kara kedi aramak. Kuşun taşa değmesi gibi, olmayacak bir rastlantı eseri kedi bulan olsa da, ne bulduğunu anlayamaz, muhtemelen kirpi sanır onu.
….
Akif Beki’nin yazısı: https://www.karar.com/yazarlar/akif-beki/zubukler-pacozlar-ve-alev-alatli-1598878

Mustafa Öztürk’ün videosu:

Safsatalar Ansiklopedisi
https://www.dr.com.tr/kitap/safsatalar-ansiklopedisi/immanuel-tolstoyevski/bilim/populer-bilim/urunno=0001887281001

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir